Sabahtan beri yapılan oturumlarda
dünyanın içinde bulunduğu durum ve bu durama karşı önerilen
"Sürdürülebilir Kalkınma" kavramı tartışıldı. Ben konunun daha çok
tarımsal alandaki politik-pratik durumu üzerinde duracağım. Bunun için
öncelikle çevreyi tahrip etmeyen ve doğanın doğal dengesini bozmayan bir
gelişme, arzulanan bir şey olduğunu" Sürdürülebilir Kalkınma"
önerisi de ilk bakışta böyle bir intiba vermesine rağmen uygulamalar ve
imzalanan çeşitli uluslararası anlaşmalar amaçlananın hem insanın çevre ve doğa
üzerindeki olumsuz etkilerini hem de çevrenin insan üzerindeki olumsuz
etkilerini ortadan kaldırmak olmadığını gösterdiğini:
¾ -GATT
Anlaşması'na göre ticaret ve yatırımların uluslararası normların dışında
"ulusal" düzenlemelerle sınırlanamayacak olmasının konu ile ilgili
Anlaşma ve düzenlemeleri büyük ölçüde geçersiz hale getirdiğini;
¾ -Bir diğer
ilke olan hesaplama ve fiyatlama mekanizmalarına çevresel maliyetlerin
yansıtılarak, maliyetini ödeyenin çevreyi kirletebilmesi ilkesinin kabul
edilmesinin, temiz bir hava, su ve besin, deniz ve güneş isteğine yanıt
vermeyeceğini,
¾ -Bedelini
ödeyen kirletir ilkesi ve atık ticareti ile tahrip edilen evren geliştirilen
yeni teknolojiler ile temizlenmeye çalışılmasının ise tahrip edilen doğal
dengeyi yeniden kuramayacağı, gelişmiş ülkelere yeni bir pazar alanı
açacağından yola çıkarak söyleyebiliriz
Tarımsal alanda ise endüstriyel
tahribattan etkilenen tarımsal üretimin kendisinin de tahribat yapması tarımsal
faaliyeti tehlikeye sokmasının ötesinde ortaya çıkan kof, amorf görünümlü,
memeli ürünler insan sağlığını da tehdit etmektedir.
Verimi artırmak için daha çok gübre,
ilaç, özel olarak üretilmiş tohumların kullanılması sonucu verim kısa erimde
büyük ölçüde artmasına rağmen, bir süre sonra toprak dengesini bozarak,
toprakların besin maddeleri yönünden fakirleşmesinin getirdiği verim
azalmalarını gidermek için daha çok kimyasal girdi kullanılmaktadır. Örneğin
Türkiye genelinde 1 ton buğday üretebilmek için 1970'li yılların başında 44 kg
gübre, 9 kg sertifikalı tohum yeterli oluyorken, bu miktarlar 1980'li yılların
sonunda 168 ve 13 kg'a çıkmıştır. Aynı dönemde ilaç ve hormon kullanımı da
artmıştır.
Marul suni gübre kullanımı nedeni ile
nitrozamin içermekte, kavun, karpuz üretiminde temik adlı madde
kullanılmaktadır. Kabak, domates kiraz ise dithiocarbamate, metakaxyl gibi
kimyasalları içermektedir. Domates ve balık gibi besinlerden alınan hormon ve
ağır metalleri de bu listeye eklediğimiz zaman hiç de olumlu/sağlıklı bir tablo
ortaya çıkmamaktadır. Çoğu kanserojen olan bu maddeler besin yolu ile alınınca
sinir sistemi felcinden, hücre bölünmesinin engellenmesine, anormal hücrelerin
oluşumundan, zehirlenme nedeni ile ani ölümlere kadar bir çok soruna neden
olabilmektedir.
Gıdaların depolanması ve işlenmesi
sırasında gerekli sağlık şartlarına dikkat edilmemesi bir diğer etken olarak
ortaya çıkmaktadır. Kirliliği oluşturan maddelerin insan vücudunda gün
geçtikçe birikerek artması ile insan vücudunun tolerans sınırını aşabileceğini
unutmamalıyız. Tolerans sınırını aşmadığı durumlara bile alınan suni maddelerin
organizmanın işleyişi ve genetik yapı üzerindeki etkileri ise bir meçhul olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bitkinin doğal yapısını bozan bu maddeler tüm canlı ve
mikroorganizmaların genetik özelliklerini etkilemediği söylenebilir mi?
1970’lerde kimyasal girdilerin
kullanılmasının toprak verimini düşürdüğü bir dönemde çevreci kamuoyunun da
etkisiyle yaygınlaşan organik tarım eğilimi köklü bir çözüm sunmaktadır.
Organik tarımda kimyasal girdi kullanımının en aza indirilmekte, zararlılarla
mücadelede biyolojik (böceklerle) mücadelenin yanı sıra yeni sürme ve ekme
teknikleri uygulanmakta, organik gübreleme (çürümüş yaprak ve baklagil
kabukları ile tohumlarının karıştırıldığı hayvan gübresi) ve ekin rotasyonu
yapılmaktadır.
Başlangıçta verimi düşük olan ve
alışılmış standartların dışında ürün elde edilmesine rağmen verim artışları ile
kimyasal girdilerin kullanıldığı üretimdeki verim yakalanmıştır. ABD'de de
organik tarım yapanların karşılaştığı güçlüklerden birisi kredi ve
sübvansiyonlardan yararlanmakta zorlanmalarıdır. AB'de ise organik tarım
yapanlar özel fonlardan desteklenmektedir. Organik tarım ile elde edilen
ürünler de özel dükkânlarda ve marketlerdeki özel köşelerde diğer ürünlerden
daha pahalıya satılmaktadır. Türkiye'nin Ege ve Akdeniz bölgelerinde, Avrupalı
firmalarla anlaşmalı olarak bazı çiftçiler, incir, kayısı ve kuru üzümü organik
tarım yolu ile üretmektedir.
Bu eğilim gelişmiş ülkelerdeki kimya
sanayini kimyasal girdi konusunda üreticileri bilinçlendirmek üzere harekete
geçirdi. Bir yandan kimyasal girdilerin bileşenlerinin değiştirilmesi diğer
yandan bilinçli kullanım, zararlılarla mücadelede biyolojik mücadeleye ağırlık
verilmesi, son ilaçlama ile hasat arasındaki sürenin öngörülen zaman
kadar olması sorunları ortadan kaldırmasa bile hafifletici, yavaşlatıcı etki
yaratacaktır.
Ama bu eğilim bugün için sınırlı
olarak uygulanmaktadır. Tarımdaki esas eğilim ise uluslararası gıda tekellerinin
gübre, ilaç, tohum gibi temel girdilerdeki üstünlüklerini bio-teknoloji ile
birleştirerek, gelişmekte olan ülkelerin tarımlarını
bağımlılaştırmalarıdır. Bu amaçla günümüzde gelişmekte olan ülke diye
adlandırılan ülkelerde uluslar ötesi şirketlerin yüksek bağımlılık yaratıcı
ilaç, gübre ve tohum paketlerinin daha çok kullanılması teşvik
edilmektedir. Türkiye'de tohumculuğun özel sektöre açılması, gübre
fabrikalarının satışı, TZDK'nın etkisizleştirilmesi ve tarımsal ürünlerin
pazarlanmasında 1920lerde olduğu gibi borsa sistemine geçilmesi bu sürecin
parçalarıdır.
21. yüzyılın teknolojisi olarak
değerlendirilen Bio-teknoloji ile gen mühendisliğindeki gelişmelere dayanmakta
olup, tavukçuluk ve seracılıkta olduğu gibi kesintisiz bir üretim
sürecinin başat hale getirilmesi ve mısırdan şeker elde edilmesi gibi protein
ve vitamin yönünden zengin yeni suni besinlerin elde edilmesi hedeflenmektedir.
İlaç sanayinde kullanılmak üzere boğaya insan geni aşılanması, bayatlamayan
buğday, renk kaybına uğramayan bezelye, melez buğday, domates, pancar, patates,
somon balığı, inek, ekmek, peynir, yoğurt, şeker, bira, bal, şarap, çörek,
salam, şurup... Buğday nişastasından biyolojik olarak bozulabilen plastik elde
etme çalışmaları...
Bunun için ise çeşitli hastalıklara ve
hava şartlarına dayanıklı, verimi yüksek, az gübre isteyen, erken olgunlaşan
vb. bitki türleri elde edilmesi için yeni canlı ve/veya yeni melez
türlerin yaratılmasına çalışılmaktadır. Yeni türler için hammadde
bitki ve hayvan endemikleri DNA'ları akrabalık koşullarına bakılmadan bitki ve
hayvanlara aşılanmaktadır. İstenilen endemikler ise esas olarak Türkiye gibi
ülkelerde bulunmaktadır.
GATT Anlaşması'na göre, uluslararası
araştırma laboratuvarları, dünyanın neresinde olursa olsun istedikleri bitki ve
hayvan endemiklerini serbestçe ve parasız olarak yeni ve/veya melez türler
yaratmak için yararlanabilecek olmaları doğanın yağmasının yolunu açmaktadır.
Endemikler bakımından kıtasal özellik taşıyan Türkiye, bu özelliği ile
yağmalanma alanlarının başında yer almaktadır. Türkiye'den sağlanan bir
buğdayın yabani akrabasının hastalıklara dayanıklılık yönünden ABD'de yılda 50
milyon dolar, Rus buğday afitinbir dayanıklı bir başka buğday çeşidinin ise her
yıl 300 milyon dolar ek gelir sağladığı hesaplanmıştır. ABD pizza sanayii
kendine en uygun domatesin genlerini Peru'daki bir yabani domatesten
almaktadır.
Bu gelişmeler birçok tür ve çeşidin
ortadan kalkmasını hızlandırarak doğanın doğal dengesinin hızla bozulması ile
birlikte ticari bitki ve ürünlerde salgın hastalıkların dünya çapında artmasına
neden olabilecektir. Rio Sözleşmesine göre, gelişmiş ülkeler biolojik
çeşitliliğin korunması için azgelişmiş ülkelere yardımcı olacaklar ve destek
sağlayacaklar, ayrıca onlara bio-genetiği öğretmeyi ve yararlandırmayı da
üstleneceklerdir. Ama bunun gerçekte böyle olmayacağı; birincisi Rio
sözleşmesi, hukuksal olarak temenni niteliğinde olup hiç bir bağlayıcılığı
olmadığı, ikincisi doğanın doğal dengesi ve çevre, doğadaki her şey
metalaştırılarak korunamayacağı için açıktır. Üstelik bu gerçekleşse bile bu
teknoloji paylaşma değil teknoloji transferi ve ticarileştirme şeklinde olacağı
için yeni bir bağımlılık halkası olacaktır.
GATT Anlaşması ile Fikri (Entelektüel)
hakları koruma adı altında dünya çapında patent ve lisansın zorunlu kılınması
da bunu gösteriyor. Bu zorunluluk tarımsal alandaki etkilerinden birisi bu yeni
ürünleri bir kere kendi adlarına kayıt ettirince, uluslararası araştırma
laboratuvarlarının, bizzat bu ürünün kaynağı olan ülkelere karşı, 20-30 yıl
koruyabilecek olmalarıdır. Böylece gelişmekte olan ülkeler ya kendi doğal
çevrelerinden gelen genlerden faydalanamayacaklar ya da faydalanmak için
istenilen bedeli ödemeye razı olacaklardır. "Çevresel açıdan duyarlı
teknolojilere ilişkin araştırma - geliştirme çalışmalarında ve uygulamalarında
etkili bir uluslararası işbirliğine" gidilmesinin nasıl bir işbirliği
olacağı da ortaya çıkıyor.
Rio Sözleşmesi'nde yer alan
"Çevre ile uyumlu tarım teknolojilerinin kullanımı ile tarım
kimyasallarının daha az oranda kullanıldığı tarım teknikleri geliştirilmeli ve
uygun çiftçilik yöntemleri bir arada ele alınmalıdır" gibi ibareler, GATT
Anlaşması ile araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin teşvik edilmesinin
serbest bırakılması ile tamamlanmaktadır.
Buraya dek anlatılanları ABD
Başkanının eski bilim danışmanı Dr. George KEYTWORH'un bir konuşmasında
"Birleşik Devletler tarımı, dünyadaki hâkim gücünün, bugünkü gibi kalması
için, biyoloji bilimlerindeki yeni bilgi avantajını kullanmak zorundadır"
demesi tamamlamaktadır.
Kapitalizmin insanlarla birlikte
evrenin tüm kaynaklarını sınırsızca sömürmesi ve kirletmesi sonucu yaşam
çevremiz olan su, hava ve toprakların tahribi, bütün canlılarla birlikte
insanların yaşamlarını da tehdit etmektedir. Bu tehdit karşısında ortaya atılan
"Sürdürülebilir Kalkınma" kavramı ile bazı çevre örgütlerinin kıyamet
senaryolarına aldırmadan verimi artırmak için geleceğin teknolojisi olarak
değerlendirilen bioteknoloji ile birlikte çevre ekipmanlarının geliştirilmesi
ve yaygınlaştırılması önerilmektedir. Nitekim "sürdürülebilir
kalkınma" VI. 5 Yıllık Kalkınma Planı'nın ana ilkesi olduğu halde
Türkiye'de aynı dönemde var olan ÇED uygulaması etkisizleştirildi, termik
santrallere nükleer santralleri eklemenin yolları arandı, GAP'ta damla ya da yağmurlama
yerine yüzey sulaması seçildi.
Bu politika, gelişmekte olan
ülkelerdeki tarımsal üretimin uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre
yeniden organize edilmesi ile tamamlanmaktadır. Bu reorganizasyonla üretim
deseni yeniden biçimlendirilirken bir yandan büyük tarım çiftlikleri ön plana
çıkarılmakta, diğer yandan da küçük üreticiler taşeronlaştırılmaktadır. Bu
sürecin dışında kalanlara; halkın ya da ulusun tek tek yoksul, işsiz, aç
fertlerine kendilerine yetecek bir üretim önerilmektedir. "Yerel Ekonomi"
terimiyle de ifade edilen bu öneri gerçekte 1960’ların ortalarından
itibaren "ara teknoloji" adı altında dünyanın çeşitli
yerlerinde uygulanmaktadır. Bugün ise kendine yeterli yerel ekonomik modeller
özel olarak geliştirilmekte ve yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunun için
de tüketici grubun yaşam standardını düşürmeden, kaynaklardan talebini
erteleyip, yoksulların temel ihtiyaçlarına cevap verecek çabaları arttırmak
yeterli olarak görülmektedir.
Bu çeşitli yerel ekonomiler,
sistemin dışladığı kesimleri, bir biçimiyle yedekte tutacak, isyanlara yol
açmayacak ve karınlarını doyurduğu oranda, kendi toplumlarının güven
kaynağı, dünya ekonomileri için de denge unsuru olarak görülmektedir. Bu
aynı zamanda entegrasyonun dışında kalınamaz savlarını da geçersizleştirmektedir.
Bu politikanın yaşama geçirilmesi
için "Sürekli ve dengeli kalkınma sürecine hükümet dışı örgütlerin
aktif katılımı"nın sağlanması adına Hükümetler, NGO’larla ve yerel
otoriteleri de sürece eklemlemeye zorlamaktadır. "Toplam Kalite
Yönetimi"ne atıf yapılarak, projeye katılımın projeden daha iyi sonuçlar
alınmasına yol açacağına işaret edilmektedir. Bu nedenle son zamanlarda
NGO'ları oldukça yakın takibe alan uluslararası kuruluşlar, NGO'lar
eliyle çevresel yardım ve fon dağıtmayı önplana aldılar.
Hedeflenen ise "bu örgütlerin
politika yapma ve karar verme sürecinden uygulamaya kadar her seviyede dahil
edilmeleri" adına NGO'lar ve yerel otoriteler ile Devletler, İMF, Dünya
Bankası ve diğer çok taraflı veya iki taraflı yardım kuruluşları arasındaki
gerilimler ortadan kaldırılarak, bunların yeni dünya düzensizliğinde aracı,
itici, yönlendirici ve iletişim sağlayıcı roller almasını sağlamaya
çalışılmaktadır. Bu arada çevreci hareketlerin, NGO'ların vb.lerinin sistemden
sapmalar oluşturmaları ve/veya alternatiflerin ortaya çıkarılması ihtimali de
yok edilmiş olacaktır.
Resmi çevrelerin sorunsala
yaklaşımının özü tüm yaşam çevremizin metalaştırılmasıdır. Bu ise bir benzetme
yaparsak, sosyal haklar ve sosyal devlet nasıl sömürüyü, işsizliği, açlığı vb.lerini
ortadan kaldırmıyorsa, sorunsalı ortadan kaldırmayacak ama manipülatif
yöntemlerle evren üzerinde yeni bir egemenlik biçimini kuracaktır. Hâlbuki
metalaşmadan kaynaklanan ve varlığı tüm ulusal ve uluslararası resmi çevrelerce
kabul edilen sorunsal kapitalizmin iflasından başka bir şey değildir.
Buna köklü/ kalıcı çözümler ise
neolitik toplumlara kadar gidebilen geçmiş yaşamlara dönüş ile değil
metalaşmanın aşılması ile bulunabilecektir. Eğer Almanya'daki asit
yağmurlarını, Somali'deki açlığı, New York sokaklarındaki evsizleri,
Çernobil'deki lösemili çocukları ortaya çıkaran nedenler aynı ise çözümü de
birlikte aramak gerekiyor. Bunun için de yoksulluğa karşı yürütülen mücadele
ile doğayı koruma mücadelesinin bağını kurabildiğimiz oranda geleceğe umutla
bakabiliriz. Bu mücadele ise ekonomilerin entegrasyonu denen metalaşmanın
yaygınlaştırılmasına ve derinleştirilmesine karşı, halkların ekonomik, siyasal,
ekonomik, kültürel entegrasyonunu hedeflemelidir. Bu entegrasyon ise tabandan
ve aşağıdan olarak, halkların kendi özgünlükleri içerisinde yer alabilecekleri,
yardımlaşma ve dayanışmanın geliştirildiği, sistem dışı bir yaşam
tarzının oluşturulduğu ölçüde gerçekleşebilir.
Bu arada çevreyi yeniden yaratma
gücünden daha fazla tahrip etmeyecek, özümseme gücünden daha fazla
kirletmeyecek bir üretimi ve paylaşımı hedeflemeliyiz. Bu ise doğal
çevreden hammadde olarak madde ve enerji alıp, onları atık olarak geri veren
şimdiki üretim sisteminin, maddenin sürekli olarak sistem içinde enerji olarak
dolaştığı bir üretim sistemi ile aşılması ile mümkün olabilir.
Teşekkür Ederim
[1] Bu metin 8 Aralık 1995 tarihinde TMMOB tarafından
düzenlenen “Sürdürülebilir Kalkınma Sempozyumu”nun “Sürdürülebilirlik ve
Teknoloji” oturumundaki konuşma olup, Mayıs 1996 tarihinde TMMOB
tarafından “Sürdürülebilir Kalkınma Sempozyumu” adı ile yayımlanan yayının
93-98 sayfalarında bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.