Özelleştirme ve Tarım

ULUSLARARASI SERMEYENİN YENİDEN YAPILANMASI
ÖZELLEŞTİRME VE TARIM*

İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
GİRİŞ

I.BÖLÜM: ÖZELLEŞTİRME, KRİZ VE TARIMDAKİ YENİ EĞİLİMLER
ÖZELLEŞTİRME VE YENİDEN YAPILANMA POLİTİKALARI
NEDEN YENİ BİR MÜDAHALE TARZI
YENİDEN YAPILANMA NEYİ HEDEFLİYOR
TARIMSAL ÖZELLEŞTİRME PROGRAMLARI VE TARIMIN YENİ EĞİLİMLERİ

II. BÖLÜM: TARIMSAL ÖZELLEŞTİRMELER VE TÜRKİYE
TÜRKİYE TARIMININ GELİŞİMİ VE GELENEKSEL POLİTİKALAR
1980: YENİ POLİTİKALAR, YENİ EĞİLİMLER
DÜNYA GIDA SİSTEMİNİN EĞİLİMLERİ VE TÜRKİYE TARIMINDA YENİ YÖNELİMLER

SON SÖZ YERİNE

*BU BROŞÜR 1993 yılında Türkiye Tarımcılar Vakfı Araştırma Biriminin kuruluşunda yer alan, içlerinde benim de bulunduğum dört kişi tarafından birlikte yazıldı. Türkiye Tarımcılar Vakfı Araştırma –İnceleme Dizisi -1 olarak (Ekim 1993 Ankara) yayımlandı.

ÖNSÖZ
Özelleştirme son yıllarda basından televizyona, partilerden hükumetlere değin, sermayenin tüm kurumları veya kuruluşları ile kamuoyuna pompalanan, adeta ülkenin kurtuluş aracı imiş gibi gösterilen bir proje oldu. Öyle ki tüm burjuva partileri ANAP'tan DYP’ye SHP’den CHP değin kim “daha iyi özelleştirme yapar” yarışına girdiler Çiller'in DYP Genel Başkanı seçilir seçilmez ilk açıklaması KİT’lerin hızlı özelleştirilecek oldu. Buna da öncelikle tarımsal KİT’lerden başlanacağını açıkladı.
Çiller’in Amerika gezisinde bulunduğu bugünlerde IMF, Dünya Bankası ve Emperyalist Tekerlerden özelleştirme programını ve talimatını aldığı ve dönünce acı reçetelerini uygulayacağını duyuyoruz.
Türkiye Tarımcılar Vakfı olarak gerek kuruluş ana sözleşmemiz gerekse üyelerimizin Türkiye Tarımda çalışan tarım emekçileri olması nedeniyle; özelleştirme nedir? Özelleştirmenin ülkemizdeki tarım emekçilerine ve bizlere yansıması nasıl olacaktır? Konularına duyarsız kalamadık.
Özelleştirmenin Türkiye Tarımda getirecekleri ve Türkiye tarımdan götüreceklerini araştırma grubumuzda incelemelerini istedik. Araştırma sonucunda özelleştirmenin ülkemiz tarımına bir şey getirmediğini ama çok şey götüreceğini gördük. Tarımda özelleştirme ile ulusal tarım politikasının terk edilerek, ülkemiz tarımının uluslararası sermaye tabi kılınmak istemiyor. Bu amaçla; tarımda destekleme alımlarını terk etme, üretim girdilerinde süspansiyonları kaldırma, destek ve sübvansiyonları üreticiye değil fabrika ve kombinalara vermek, böylece üreticinin bağımsızlığını yitirerek, fabrika ve kombinalara bağlanması, üretim süreci üzerindeki söz ve karar hakkını yitirmesi sonucuna gidilecektir.
Tarımsal üretimde mevcut üretim deseni terk edilerek uluslararası tekelerin ihtiyaçlarına göre ve onların belirlediği koşullarda üretim yapılacak. (Örneğin; ABD'de buğday stoku varsa, Türkiye buğday üretimi kısacak, eğer bunu yapmazsa buğday üreticinin elimde kalacak.)
Kısacası Tarımda Özelleştirme ile Türkiye Tarımı; uluslararası sermayenin çıkarlarına göre şekillenecek. Bu da ülkemiz tarafından çalışanlar için işsizlik açlık yoksulluk ve örgütsüzlüktür. Ülkemiz Tarımına hizmet veren biz Tarım ve Ev Ekonomisi Teknisyenleri ve Ziraat Mühendisleri içinde işsizlik olacaktır.
Özelleştirme; Basın Radyo-Televizyon, Partiler ve Hükumetler tarafından Allanıp pullanarak ve gerçekler saklanarak, kamuoyu oldu bittiye getirmek istemektedir. Oysa özelleştirme ülkemiz kaynaklarının uluslararası sermaye peşkeş çekilmesidir ve  bu da ülkemiz çalışanlarına işsizlik açlık sefalet getirir.
Özelleştirme bedelini en fazla çalışan kesimler ödeyecektir. Vakfımız üyelerinin de hepsi çalışan, emeği ile geçinen insanlardır. Üyelerimizin hizmet gördükleri çiftçiler de çalışan emeğiyle geçinen insanlardır. Özelleştirme konusunda Türkiye Tarımcılar Vakfı olarak sizleri bilgilendirmeyi, özelleştirme tartılmasını sizlerle açmayı bir görev olarak gördük. Sizleri tartışmaya katılmaya, düşüncelerinizi vakfımıza yazarak araştırmalarımızı zenginleştirmeye davet ediyoruz.
Saygılarımızla
Yönetim Kurulu Adına                                                                              HİKMET KOÇAK
Türkiye Tarımcılar Vakfı
Başkanı

GİRİŞ
Özelleştirme politikaları son on yıldır Türkiye toplumunun gündeminde merkezi bir yer tutuyor. Başlangıçta KİT'ler eliyle yürütülen toplumsal hizmetlerin ve "zarar eden" sınai işletmelerin özel sektöre devredilmesi ekseninde yürütülen özelleştirme tartışmaları, özellikle Çiller Hükumeti döneminde tarımı da kapsayarak yoğunlaştı.
Destekleme alımlarının kademeli olarak kaldırılmasından, Tarım Satış Kooperatifleri ‘ne ait işletmelerin tasfiyesine kadar uzanan bir dizi uygulamayı kapsayan tarımsal özelleştirme programı 80'lerde başlayan süreci hızlandırmayı hedeflemektedir. Geleneksek tarım politikalarının tümüyle terk edilmesi olan bu program, uygulanması durumunda tarımsal yapı ve ilişkilerde köklü dönüşümler yaratacaktır.
Özelleştirme politikaları, hükumet çevreleri, basın-yayın araçları, akademi ve diğer kamuoyu oluşturma odakları tarafından ideolojik bir norm haline getirilerek Türkiye toplumuna dayatılmaktadır. Başbakan Çiller'in, "özelleştirmede dünya rekoru kıracağız" sözleriyle de ifadesini bulan bu dayatma özelleştirmeden köklü biçimde etkilenecek toplumsal kesimlerin demokratik tartışma olanaklarını yok etmektedir.
İktidara gelebilmenin özelleştirme konusunda kararlı olmaya endeksli hale geldiği ülkemizde tartışma; bütçe açıkları, KİT zararları ya da yüksek ücret maliyetleri gibi kavramlar çerçevesine sıkıştırılmaya çalışılmakta ve tüm toplumsal kesimlerin çıkarına bir politika gibi sunulmaktadır. Yukarıdaki gerekçeler konusunda öne sürülen verilerin ciddiyeti bir yana, özelleştirme politikalarının gerçek nedenleri ve yaratacağı sonuçların bu dar çerçevede anlaşılabilmesi mümkün değildir.
Özelleştirme politikalarının amacı, bütçe açıklarını kapatmak, enflasyonu düşürmek, rasyonel bir üretim ve istihdam şişkinliğini gidermek gibi ulusal ekonomik hedefler olarak sunulsa da bu politikaların hedefi sanayi, hizmetler ve tarımsal üretim alanlarını kapitalist dünya sisteminin yeni ihtiyaçlarına uygun biçimde yeniden örgütlemektir.
Bu metinde özelleştirme politikalarının gerçek kapsam ve içerikleri iki temel eksende incelenmeye çalışıldı. Birinci bölümde kapitalist dünya sisteminin yaşadığı kriz ve sermayenin krizden yeniden yapılanarak çıkma politikaları, bu politikaların gündeme gelme biçimleri tartışılacak. İkinci bölüm ise tarıma yönelik özelleştirme politikalarını, Türkiye tarımının tarihsel gelişimi içinde tartışmayı amaçlıyor. Tarıma yönelik alternatif politika tartışmaları ihtiyacının arttığı günümüz koşullarında bu çalışma tartışmaları zenginleştirici bazı ipuçları sunmayı hedeflemektedir.


I. BÖLÜM
ÖZELLEŞTİRME, KRİZ VE TARIMDAKİ YENİ EĞİLİMLER
1980'li yıllardan bu yana, dünyanın yetmişten fazla ülkesi serbest piyasa tartışmaları ve özelleştirme programlarının etkisi altında bulunuyor. Bu ülkelerdeki yeni-sağ ya da sosyal demokrat hükumetler tarafından bütçe açıkları, enflasyon, aşırı istihdam gibi sorunlar karşısında, "ekonominin yeniden yapılandırılması" yönünde radikal bir araç olarak savunulan özelleştirme ve devleti küçültme programları, bugün sadece uluslararası bir politika olmanın ötesinde tarihsel bir deneyim halini de almış bulunuyor. Özelleştirme programlarının ülkemiz sınai ve tarımsal yapıları açısından hızlı gündeme geldiği günümüzde, bu tarihsel deneyim özelleştirme politikalarının nasıl bir çerçevede değerlendirilmesi gerektiği konusunda gerçek bir yol gösterici niteliğini de taşıyor.
Özelleştirme ve devlet harcamalarını kısma programları, başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkesiyle ABD ve Japonya üzerinde köklü etkilerde bulundu. Ancak özelleştirme programlarından en fazla etkilenen iki ülke kategorisinin azgelişmiş ülkelerle eski sosyalist blok ülkeleri oldukları gözlenmektedir. Birçok gelişmiş ülkedeki kamu işletmeciliğinin, ağırlık ve ekonomik faaliyetler toplamı içindeki oran bakımından azgelişmiş ülkeler ortalamasının üzerinde olmasına karşın bu ülkelerde yürütülen özelleştirme programlarının azgelişmiş ülkelerle kıyasla daha dar tutulduğu gözlenmektedir. Diğer yandan özelleştirme, azgelişmiş ülkeler açısından dünya ekonomisine dâhil olabilmenin başlıca şartı haline getirilmiş, uluslararası bir norm olarak bu ülkelere dayatılmıştır.
Dayatmanın boyutları son derece kapsamlıdır: 1980-84 yılları arasında IMF tarafından finanse edilen 94 azgelişmiş ülke istikrar programının % 74'ünde özelleştirme gündeme getirilmiş ve 1986-88 arasında yapısal uyum programından yararlanan 25 ülkeye özelleştirme şart koşulmuştur. Dünya Bankası tarafından finanse edilen 30 projede de kamu işletmelerinin özelleştirilmesi koşulu bulunmaktadır.
Özelleştirme programlarının bir başka önemli özelliği, gelişmiş ülkelerde özelleştirme yapılan sektörlerin daha dar tutulması ve birçok sektörde, özellikle de tarımda devlet sübvansiyonlarının varlığını sürdürmesidir. Azgelişmiş ülkelerdeki durum ise daha farklıdır. Bu ülkelerde hiçbir sektör özelleştirme programı dışında tutulmazken, özellikle tarım sektörü bu ülkelerde yürütülen özelleştirme programlarının başlıca hedefi durumundadır. Azgelişmiş ülkelerde yapılan özelleştirmeler temel sanayiler, bankalar, iletişim, ulaşım, enerji, çimento, turizm sektörlerinin yanı sıra ağırlıkla tarımsal işletmeler, ürün alım ve destekleme kurumlarıyla yem, gübre ve gıda sanayi gibi tarımla ilgili alanlarda yoğunlaşmaktadır.
Uluslararası bir politika olan özelleştirmenin ağırlıkla azgelişmiş ülkelerde yürürlüğe sokulmasının en önemli nedeni bu ülkelerin kapitalist dünya sistemiyle kurdukları ilişkinin değiştirilmesi yönündeki eğilimdir. Kapitalist dünya sistemi 1960'lı yılların sonlarından beri ağır ve derin bir bunalım içinde bulunuyor. Bunalım 70'li yıllarla birlikte zirveye ulaşmış ve kapitalist dünya sisteminin, bunalım karşısındaki çözüm arayışlarıyla birlikte, 80'li yıllar boyunca bir yeniden yapılanma sürecine dönüşmüştür. Bu yeniden yapılanma sürecinin önemli bir unsuru, 2. Dünya savaşı sonrasında oluşan uluslararası işbölümünde köklü değişimler yaşanmasına paralel olarak azgelişmiş ülkelerin dünya işbölümündeki konumlarının da değiştirilmesidir. Özelleştirme, azgelişmiş ülkelerin kapitalist dünya sistemindeki konumlarını değiştirme yönünde gündeme getirilmiş en kapsamlı araçlardan birisi durumundadır.
Azgelişmiş ülkelerdeki özelleştirmelerin sanayi ve hizmetlerin yanı sıra tarımsal işletmeler ve tarımla ilgili sanayi dallarında yoğunlaşması, dünya ekonomisinin içinde bulunduğu krize paralel olarak dünya tarımında yaşanan eğilimlerin yönelimi konusunda önemli ipuçları sunmaktadır. Birçok azgelişmiş ülkede sömürgecilik dönemi sonrasındaki bağımsızlık yıllarında oluşturulmuş olan tarımsal devlet kurumlarının tasfiyesi anlamına gelen tarımsal özelleştirmeler, tek tek işletmelerin el değiştirmesinin çok ötesine uzanan sonuçlar yaratma kapasitesine sahiptir. Kapitalist dünya sistemi yaklaşık 20 yıldır süregelen krizden yeniden yapılanarak çıkmaya çalışırken uluslararası tarım ve gıda sistemini de bu yeni yapılanmanın koşullarına paralel biçimde örgütleme çabası içindedir. Bünyesinde çeşitli çatışma ve bunalımları barındıran bu sürecin en önemli parçalarından birisi, azgelişmiş ülkelerdeki tarımsal kamu işletmelerini ve devlet kurumlarını tasfiyeyi hedefleyen tarımsal özelleştirme programlarıdır.

ÖZELLEŞTİRME VE YENİDEN YAPILANMA POLİTİKALARI
Dünya ekonomisinde yaşanan krizin derinleştiği 80'li yıllarla birlikte, dünyanın birçok ülkesi serbest piyasa ve özelleştirme programlarının uygulama alanı haline geldi. Avrupa'da İngiliz muhafazakâr ve Fransız sosyal demokrat hükumetlerinde en kararlı uygulayıcılarını bulan özelleştirme programı, 80'lerden sonra ABD, Japonya ve çeşitli azgelişmiş ülke ekonomilerinin yeniden yapılandırılmasında belirleyici bir role sahip oldu.
Bu yeniden yapılandırma sürecinde çeşitli biçimler altında yürütülen özelleştirmelerin ortak özellikleri, yerel ve uluslararası ekonomide, sermayenin ve özellikle de tekelci sermayenin doğrudan denetimine tabi piyasa alanlarının genişletilmesi hedefi oldu. "Özelleştirme", sermayenin denetimine tabi piyasa alanlarının genişletilmesini amaçlayan bir dizi politikayı tanımlayan bir terimdir ve kamu işletmelerinin doğrudan satışı yöntemi, çeşitli özelleştirme biçimlerinden bir tanesidir. Tarımsal özelleştirme programları açısından özellikle önemli olan ve bir kısmı "gizli özelleştirme" olarak da nitelendirilebilecek olan çeşitli özelleştirme biçimleri, kamuya ait işletmelerin doğrudan satışını olanaklı kılacak koşulları da yaratmışlardır. Bu yöntemler kabaca aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:
¾ Daha önce devlet tarafından sunulan belirli kamu hizmetlerinin sınırlandırılması, iptal edilmesi ya da özel sektöre devredilmesi; (arsa ofisi, imar büroları, elektrik dağıtımı gibi) 
¾Özel sektör tarafından kullanılacak kaynak miktarını artırmak için kamu kurumlarına ayrılan mali kaynakların kısıtlanması; (KİT'lere bütçe kaynaklarının verilmemesi, fon kullanımı gibi)
¾   Kamu mal ve hizmetlerinden yararlanan tüketicilerin ödemek zorunda oldukları bedellerin yükseltilmesi; (80 sonrası KİT fiyat politikası, belediye hizmet fiyat politikası, paralı eğitim gibi)
¾ Özel sektörün kamu işletmeleri içindeki ağırlıklarının artırılmasına yönelik teşviklerin yükseltilmesi ve işletmelerde kamuya ait hisselerin azaltılması; ( Tamek ve Tat'ın hisselerinin satışı vb.)
¾ Kamu ve özel (çoğunlukla da yabancı) sektör tarafından gerçekleştirilecek ortak yatırım projelerinin teşvik edilmesi; yap-işlet-devret modeli gibi)
¾  Önceden kamu kurumlarına ait olan politik karar alma hakkının özel sektöre devredilmesi; (Ekonomik-sosyal konsey)
¾ Kamuya ait eğitim, sağlık gibi sorumlulukların özel sektör tarafından finansmanı ve yürütülmesinin teşvik edilmesi; (Özel okul ve hastanelerin teşviki)
¾  Kamuya ait işletmelerde özel sektördekine benzer etkinlik ve verimlilik artırıcı tekniklerin uygulanması; (TTK’nin mevcut durunu)
¾Liberalleştirmeler ve kurumlar üzerindeki sınırlandırmaların iptali yoluyla, özel sektörün kamuyla rekabet olanaklarının artırılması; (Çay, şeker, tekel vb.)
¾Kamu hizmetlerinin gerçekleştirilmesinde ihale açma ve taşeron şirket kullanma yöntemlerinin yaygınlaştırılması;(Belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi, temizlik)
¾ Kamu işletmelerine ait arazi ve binaların satılması; (Sümerbank)
¾Kamu tarafından üretilen çeşitli mal ve hizmetlerin miktarında kısıtlamalar yapılarak, bu ürünlere yönelik talebin ithalat yoluyla karşılanması; (Kömür, sigara ithalatı vb.)
Özelleştirme yanlılarının temel savı, kamuya ait işletmelerin özel sektöre devredilmesi ve devlet tarafından yönlendirilen politika oluşturma mekanizmalarının etki alanlarının sınırlandırılmasıyla birlikte, ekonominin hem yerel hem de uluslararası düzeyde etkin ve verimli bir işleyişe kavuşacağıdır. Programı yürüten politik çevrelerin temel iddiası, bu programların devletin ekonomiye müdahalesini azaltarak bütçe açıkları, enflasyon gibi belirli makroekonomik dengeleri düzeltmeyi hedeflediğidir.
Ancak gerek azgelişmiş gerek gelişmiş ülkelerin 1980'lerden beri yaşadıkları özelleştirme deneyimleri, özelleştirme programlarının temel hedefinin devletin ekonomiye müdahalesinin sona erdirilmesi değil, müdahalenin biçiminde köklü değişimler yapılması olduğunu göstermektedir.
Özelleştirme ve serbest piyasa programları, kapitalist dünya sisteminin yaşadığı bunalımın belirli bir tarzda çözümlenmesini hedefleyen politik programlardır ve bu programların yürütülmesi, devletin toplumsal ve ekonomik yaşama yeni bir tarzda müdahalesini gerekli kılmaktadır.

NEDEN YENİ BİR MÜDAHALE TARZI?
1945-70 yılları arasındaki uluslararası konjonktürde devletin ekonomiye ve toplumsal yaşama müdahale tarzı korumacılık, kamu harcamaları ve doğrudan ekonomik faaliyetlerin boyutlarının artırılması ve sermayeye sağlanan teşvik, ucuz hammadde-girdi avantajları üzerinde yükseliyordu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde "refah devleti", azgelişmiş ülkelerde ise "devletçilik" biçimini alan bu müdahale tarzı kamu mülkiyetinin sınırlarını olağanüstü artırdı. Bu olağanüstü kamu varlığı, 1930'lardaki büyük bunalım ve ikinci dünya savaşı sonrasında harabeye dönen gelişmiş ülke ekonomilerine yeni bir emperyalist atılım açısından gerekli koşulları yaratırken, bu ülkelerin egemenlik alanlarını oluşturan azgelişmiş ülkelerde de kapitalistleşmenin temel motoru oldu.
Türkiye'nin de aralarında bulunduğu birçok ülkede kapitalistleşme sürecinin gerçekleştirildiği ithal ikameci dönem bu tarz bir devlet müdahalesiyle şekillendi. Bu dönemde sermayenin uluslararası düzeyde geçerli olan bütünleşme tarzı, yoğun devlet desteği altında gelişen yerel sermayelerin uluslararası kapitalist sistemle doğrudan yabancı yatırımlar kanalıyla bütünleşmesi oldu. Yüzyıl başındaki klasik sömürge sisteminin parçalanması sonrasında yaşanan bu konjonktürde, gelişmiş kapitalist ülke sermayelerinin azgelişmiş ülkelerdeki yatırım alanlarında da önemli değişimler gözlendi. Önceden, tarımsal ve sınai hammadde kaynakları üzerinde yoğunlaşan doğrudan yabancı yatırımlar bu kez imalat sanayilerine yöneltildi. 1950-84 yılları arasında sadece ABD'nin azgelişmiş ülkeler imalat sektörüne yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar yüzde 15'den yüzde 37'ye çıkarak iki kat arttı, aynı dönemde maden ve petrol çıkarımına ayrılan pay yüzde 40'ın altına düştü. Bu gelişmeyle birlikte azgelişmiş ülkelerin devlet desteğiyle güçlendirilmiş iç pazarlarında yerli ve yabancı sermaye gruplarının ortaklaşa gerçekleştirdikleri yatırımlar, ikinci dünya savaşı sonrasının uluslararası düzeyde temel sömürü biçimi halini aldı.
1970'lerde yaşanan ekonomik kriz, işte bu uluslararası sistemin kriziydi. İkinci dünya savaşı sonrasındaki devlet müdahalesi biçiminin tekeller açısından yarattığı en önemli sonuç sermayenin uluslararasılaşma eğiliminin olağanüstü artması oldu.  Uluslararasılaşma eğiliminin boyutlarını sergileyen önemli bir gösterge dünyadaki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının çıkış merkezlerinin büyük oranda daralmasıdır. Son yıllarda yapılan araştırmalara göre dünyadaki tüm doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yüzde 80'i 500 çokuluslu şirket tarafından gerçekleştirilmektedir.
1945-70 arası dönemde yoğun devlet desteğiyle de giderek güçlenen ve çokuluslu şirketler şemsiyesi altında örgütlenen uluslararası sermaye, bu gelişmelerle birlikte eski sistemin çerçevesine sığmamaya ve yoğunlaşan tekelci rekabetin düşürdüğü karlılığı mevcut sistem içinde dengeleyememeye başladı. Kapitalist dünya sisteminin krizden yeniden yapılanarak çıkışını amaçlayan bir dizi politika sistemin tüm işleyiş mekanizmalarının felç olduğu bir tarihsel dönemde "serbest piyasa özgürlüğü" şemsiyesi altında yürürlüğe sokuldu ve bu yeni tarihsel dönemde devlet müdahalesinin biçimlerinde de köklü değişimler egemen hale geldi.

YENİDEN YAPILANMA NEYİ HEDEFLİYOR?
1930'lu yıllardaki dünya bunalımın da emperyalist ülkelerin göreli olarak ulusal çerçevelere çekilmeler ile birlikte sermayeye lehine kullanılmak üzere iç ve dış kaynaklar yaratmayı,  piyasa koşullarını ve talebi oluşturmayı devlete üstlendi. Devletin ekonomiye aktif müdahalesinin biçimi işgücünün yeniden üretiminin bir kısmını üstlenerek (sosyal hizmetler) ve sermayenin giremediği alanlara yaptığı yatırımlardan kaynak aktararak gerçekleşti. Bu aynı zamanda devleti istihdam yeri ve satın alma koşullarını oluşturan yaptı. Böylece devlet eliyle Pazar ilişkileri yaygınlaştırılıp, metalaşma sağlanırken, devletin denetimindeki alan ve sektörlerde genişledi. Sermaye birikiminin artması sonucu bu alan ve sektörler sermayenin yayılmasının, metalaşmanın derinleşmesinin önünde engel teşkil etmeye başladılar. Özelleştirmeler bu alan ve sektörlerin sermayenin doğrudan egemenliğine bırakılmasını hedeflemektedir. Sermaye yeni alanlara /sektörlere yayılırken kendini de yeniden yapılandırıyor
Sermaye yeni teknolojili belli merkezler etrafında taşeron firmalar aracılığıyla üretim sürecini yeniden organize ediyor. "Esnek uzmanlaşma" da denilen bu yeni organizasyonda fason üretim ve taşeronlaştırma ön plana çıkıyor.  Burjuvazi, fabrikayı küçülterek, kendisi üretim planlaması ve organizasyonu dışında hayati bir kaç parçanın üretilmesi ve montajla yetinmektedir. Diğer parçaları taşeronlara fason olarak yaptırılmaktadır. Bunun için parçalar atölyeye dönüştürülen evlerde, küçük atölyelerde üretilmektedir. İstenen standart, kalite ve fiyatta üretemeyenlerin yerine yeni atölyeler bulunmaktadır. Toyota 300 000 küçük firmaya ürettirdiği çeşitli parçaları 200 firma ile toplamakta,  Beko aynı modele göre kendisini yeniden organize etmektedir.
Bu yeniden organizasyon ile aynı zamanda, fabrika içi bölümlemeler kaldırılmakta, az sayıda ve yetiştirilmiş işçilerin her biri birkaç işi yapabilmektedir. Bu yetiştirilmiş çekirdek bir işgücünün düzenli olarak istihdamı ile birlikte niteliksiz büyük miktarda işgücünün düzensiz olarak istihdamını getirmektedir.
Sermayenin bu şekilde yeniden yapılanması devletin müdahale tarzını da değiştirmektedir. 1930'lardan itibaren oluşturulan kamusal alanlar özelleştirmelerle sermayeye devredilirken devlet sermayenin ihtiyaçlarına göre yeni  "kamusal alanlar" oluşturmaktadır. Yeni "kamusal alanlar" eskisinden nitelik olarak farklıdır. Tasfiye edilmekte olan kamusal alanlar devletin bizzat kendisinin oluşturduğu alanlardı. Yeni oluşturulmakta olan "kamusal alanlar" İse devletin oluşturulmasına bizzat katılmadığı ama oluşturulmasının koşullarını hazırladığı ve tüm olanaklarını oluşturulması için seferber ettiği alanlardır. Yeni "kamusal alanları" devletin hazırladığı koşullar üzerinden, devletin olanaklarıyla sermaye oluşturmaktadır.
¾ Kurduğu / kurdurttuğu fabrika ve devlet dairelerinde işçi/memur istihdamı yerine; Küçük ve orta boy işletmeleri (KOBİ) destekleyerek,  insanları taşeronlaştırıp fason üretime sevk etmektedir. Bu KOBİ’leri şebeke halinde organize ederek bunları sermayenin doğrudan denetimine sokmaktadır.
¾Bölgesel kalkınma projeleri ile Sermayenin istediği koşullarda yerleşeceği ve gelişeceği bölgeler oluşturmaktadır.  İtalya'nın Emille- Romagne, Almanya'nın Badeen-Wortanberg, Japonya'nın Sakaki bölgeleri bunların başlıca örneklerindendir.
¾ İşgücünü genel ve eşit bir eğitimden geçirme yerine, sermayenin özel ihtiyaçlarına göre eğitilmesini sağlayacak özel ve farklılaşmış okulları teşvik etmektedir.  Eğitimin faaliyetin sürekli bir parçası haline geldiği günümüzde, bunu karşılayacak programları ve koşulları hazırlamaktadır.
¾Bilginin hızla üretilmesi ve ulaşılması ihtiyacının arttığı günümüzde bilgi üretme merkezlerini desteklemekte ve bilgi akışını hızlandıracak koşulları oluşturmaktadır.
¾ Uluslararası sermayenin istediği koşullarda piyasayı düzenlemekte ve uluslararası maliyet ile kalitede üretim için gerekli olanakları oluşturmaktadır. 
Özelleştirme programlarının başlıca ideolojik motifini oluşturan "serbest piyasa özgürlüğü" uluslararası sermayenin tüm ülkelerin hem tüketici hem de emek pazarlarını serbestçe düzenleyebilmesi özgürlüğü demektir. Bu özgürlük, devlet müdahalesinin de, sermayenin tüm kamusal denetim mekanizmaları dışına çıkabilmesini sağlayacak biçimde yeniden belirlenmesi anlamına gelmektedir.
Uluslararası sermayenin tüm dünyadaki tüketici ve emek pazarlarını serbestçe düzenleyebilme olasılığını gerçekleştirmesi tüm dünyanın tek bir ünite halinde örgütlenebilmesini gerekli kılmaktadır. Tüm dünya ekonomisinin bu şekilde yeniden örgütlenmesinin temel koşulları ise şunlardır:
¾Sermayenin dünyanın her yerinde yapacağı her çeşit yatırım için aynı elverişli koşulların sağlanması, dünyanın bütün bölgelerindeki yatırım ve sömürü olanaklarının birbirlerine yakınlaştırılması,
¾Üretim teknikleri ve tüketim kalıplarının dünya çapında standardizasyonu, yeni ürünlerin de uluslararasılaşma sürecine dâhil edilmesi,
¾     Pazarların ulusal sınırların ötesinde homojen hale getirilmesi.
Bu yeni koşullar sermayenin coğrafi ve sektörel hareket serbestisi önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, mevcut pazarların yeni ürünlerle çeşitlendirilmesi olanaklarının genişletilmesini ve çalışma saatlerinin artırılması, ücretlerin düşürülmesi, yeni teknolojilerle emek sömürüsünün yoğunlaştırılmasını gerekli kılmaktadır. Özelleştirme ve serbest piyasa programlarının en temel hedefleri de sermayenin bu yeni ihtiyaçlarına uygun yerel ve uluslararası koşulların yaratılmasıdır.
Özelleştirme sermayenin bu yeniden yapılanma ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyen bir koçbaşı özelliğini taşımaktadır. Sermayenin dünya ekonomisini tek bir ünite şeklinde örgütleme ihtiyacının en önemli sonucu önceden devlet tarafından yürütülen kamu hizmetlerinin özelleştirilmesidir. Bankacılık, sigortacılık, turizm, müşavirlik, enerji dağıtımı, iletişim gibi hizmet alanlarının özelleştirilmesi bu alanların çokuluslu şirketlerin denetiminde işleyen uluslararası ekonomik faaliyetler olarak örgütlenmesini hedeflemektedir. Sermayenin yeniden yapılanma sürecinde temel hedeflerinden birisi olan yeni alanların metalaştırılması eğiliminin en çarpıcı biçimde gözlendiği alanlardan birisi kamusal hizmetlerin özelleştirilmesidir.
Hizmetler alanı dışındaki sınai işletmelerin özelleştirilmesi de, çeşitli imalat sanayi sektörlerinin dünya çapında tek bir ünitenin parçaları olarak yeniden örgütlenebilmesini mümkün hale getirmektedir. 1980'lerle birlikte dünyada egemen hale yeni uluslararası işbölümü tek bir sanayinin çeşitli parçalarının değişik ülkelere dağıtılması üzerinden gelişmektedir. Esnek uzmanlaşma adı da verilen bu yeni işbölümü çeşitli imalat sanayi dallarının teknoloji yoğun bölümlerinin gelişmiş, emek yoğun bölümlerinin ise azgelişmiş ülkelerde gerçekleştirilmesi yöntemine dayanmaktadır. Sermayenin bütün üretim alanlarını ve ürünleri bu yöntemle doğrudan denetim altına alma eğiliminin en önemli sonuçlarından birisi, önceden devlet tarafından yürütülen imalat sanayi kollarının bu tarz bir işbölümü uyarınca parçalanarak satılmasıdır. Özellikle azgelişmiş ülkelerde yapılan birçok özelleştirmede, parçalanarak satılan üretim birimleri çokuluslu şirketlerin yerel şubeleri haline dönüşmüşlerdir.
Dünya ekonomisinin uluslararası sermayenin krizden çıkışına elverişli bir tarzda yeniden örgütlenmesi, dünyanın çeşitli parçalarındaki emekçilerin çalışma saatleri, ücretler, sendikal "haklar gibi kazanımlarının da yok edilmesini ve işgücünün sermaye açısından yeterince esnek koşullarda istihdam edilmesinin olanaklı hale getirilmesidir. Özelleştirme, eski istihdam normlarını ve kazanılmış hakları dağıtmak bakımından da önemli bir rol üstlenmektedir. Sendikaları emek pazarında tekel ve haksız rekabet yaratmakla suçlayan serbest piyasa yanlıları, özelleştirilen şirketlerde sendikalaşmanın engellenmesi, toplu sözleşmelerin kapsam ve yararlananlar açısından daraltılması, bireysel sözleşmeler ve verimliliğe bağlı ücret sistemlerinin yerleştirilmesinde özelleştirme programlarını birer silah olarak kullanmaktadırlar. Bu anlamda özelleştirme emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarına yöneltilmiş uluslararası bir saldırı niteliğini taşımaktadır.

TARIMSAL ÖZELLEŞTİRME PROGRAMLARI VE TARIMIN YENİ EĞİLİMLERİ
Yaklaşık bir yüzyıl önce temeli atılan tarımsal destekleme programları ikinci dünya savaşının ardından istikrarlı kurallara bağlanmış ve bu kurallar 1970'lerin sonlarına dek dünya gıda sistemini düzenleyen normlar olarak işlemişlerdir. 1940-1980 arasında egemenliğini sürdüren bu normların özünü ulusal tarım politikaları yürütülmesini olanaklı kılan ithalat denetimleriyle üretim ve ihracat teşvikleri oluşturuyordu. Gelişmiş ülke ekonomilerinin yüksek korumacılık ve teşvik sistemleri temelinde örgütlendiği bu koşullarda, azgelişmiş ülkelerdeki tarım stratejileri de dünya gıda piyasalarının sınırları tarafından belirlendi. Özünde ABD'nin kendi ulusal tarım faaliyetlerine yönelik olarak uyguladığı korumacılık önlemlerinin diğer ülkeler tarafından da benimsenmesi ve uyarlanmasına dayalı bu uluslararası sistemin temel özelliği dünya tarım piyasalarında kronik ürün fazlaları yaratılmasıydı. Kronik ürün fazlalarını besleyen bir başka olgu teknolojik gelişmeler ve gelişmiş ülke tarımsal faaliyetlerinin giderek sanayileşmesiydi.
Tarımsal üreticilere yönelik sübvansiyonlarla yaratılan bu kronik ürün fazlalarının dış piyasalarda elden çıkarılması, ürün fazlasını elinde bulunduran ülkenin (özellikle ABD'nin) tüm bir uluslararası ekonomik ilişkiler ve faaliyetlerde sağladığı denetimi pekiştiren bir unsur olarak kullanılıyordu.
Dünya ekonomisinin 1970'lerde yaşadığı petrol krizi, uluslararası para sisteminin çökmesi ve buna bağlı olarak krizin genelleşmesi olgularıyla birlikte, özellikle ürün fazlalarının dış pazarlarda eritilmesine dayalı eski politikalar, uluslararası ekonomik faaliyetler alanında istikrar ve güç ilişkilerinin yeniden tesisi açısından geçersiz hale geldiler. Örneğin 1980'lerde ABD çiftçilerinin elinde biriken buğday, mısır ve soya tohumu fazlaları, 80'lerin ekonomik kriz koşullarında dünya piyasalarında kolayca eritilemediği gibi, giderek düşen fiyatların yeterince sübvanse edilememesinin yarattığı tarla borçları, 1930 ekonomik bunalımında yaşanana yakın sayıda çiftçinin iflasına yol açtı.
1940'lar sonrasında oluşturulan ulusal tarım destekleme programları üzerinde yükselen dünya gıda sistemini çökerten bir başka unsur ise Japonya ile Brezilya, Hindistan, Arjantin ve Şili gibi "yeni tarım ülkeleri" arasında yapılan ve GATT görüşmelerine de yansıyan stratejik ittifak oldu. Japonya'nın temel stratejisi minimum yatırım düzeyiyle maksimum tarımsal üründen yararlanmak olarak belirirken, "yeni tarım ülkeleri"nin hızla büyüyen uluslararası gıda sanayileriyle ticaret bağlarını geliştirmek bu amaca en uygun yöntem olarak şekillendi. Dış borçlarının geri ödenmesini güvenceye almak üzere temel sosyo-politik dönüşümlere zorlanan "yeni tarım ülkeleri" destekleme programlarının eksenini tarımsal üretimden agro-sanayiye kaydırdılar ve ihracatlarını artırdılar. Bu ülkelerdeki yerel yoksulluk oranlarını olağanüstü yükselten yeni stratejinin yol açtığı temel sonuç eski sistemde avantajın ürün fazlasını ihraç eden ülkelerde olmasına karşın yeni sistemde avantajın ürün ithalatçılarına geçmesi ve tarımsal faaliyetlerin liberalizasyonu yönündeki baskıların artması oldu.
Ulusal tarımın korunması ve tarımsal üreticilere yönelik destek programlarının yürütülmesini geçersizleştiren bir başka olgu, sermayenin hareket yeteneğinin artmasına paralel olarak artan doğrudan yatırımlar aracılığıyla Avrupa ve ABD'yi kapsayan bir Atlantik agro-gıda ekonomisinin oluşması oldu. Atlantik agro-gıda sanayinin işleyiş kuralları özellikle eski Avrupa sömürgelerinin tarımsal yapılarının bu sistem içinde oynayacağı temel rolleri de belirledi.
Tarım politikalarının düzenlenmesine yönelik uluslararası tartışma ve çelişkiler ağırlıkla GATT görüşmelerinde yoğunlaşmakta ve görüşmelerin Uruguay Round'u olarak adlandırılan bölümü bloklar arası çelişkiler yüzünden kilitlenmektedir. Tarıma yönelik yeni politikalarda temel tartışma  "devlet müdahalesi" ya da "serbest ticaret" sistemlerinden hangisinin belirleneceği üzerinde değil hangi yeni müdahale tarzlarının benimseneceği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Uluslararası ekonomik ilişkilerdeki temel kilitlenmenin tarım alanında gerçekleşmesinin en önemli nedeni bu alandaki faaliyetlerin kazandığı uluslararası nitelikle bu alana yön veren ulusal düzenlemeler arasındaki çelişkinin diğer ekonomik faaliyet alanlarında görülmedik biçimde çelişkili hale gelmesidir.
Uluslararası ekonomik ilişkilerin bugünkü boyutunda, tarımsal faaliyetler ve gıda sanayileri üzerindeki yeni kuralların oluşturulmasını yönlendiren temel aktör agro-gıda tekelleridir. Agro- gıda tekelleri, yatırım, hammadde akışı ve pazarlama açısından istikrarlı bir üretim ve tüketim sistemi oluşturulmasını hedeflemektedirler. Böyle bir sistemin oluşturulması sadece ticaret ve yatırım alanında değil, biyo-teknoloji, genetik kaynakların kullanımı, gıda standartlarının oluşturulması ve bunlara eşlik eden bilgi kaynaklarının da uygun biçimde denetlenmesini gerektirmektedir.
Uluslararası tekeller gübre, ilaç, tohum gibi temel girdilerdeki üstünlüklerini Bio-teknoloji ile birleştirerek Yeni bir egemenlik Tarzını tarımda dayatmaktadırlar. Yeni egemenlik tarzı Gıda sanayi temelinde şekillendirilmektedir.
"Yeni biyoteknoloji sağlık hizmetleri, tıbbı tanı, su arıtma ve veterinerlik uygulamaları ile tarım ve ormancılık, gıda sanayii ve madencilik alanlarında bir dizi yeni ürün ve işleme başlanmıştır. Gelecekte yeni uygulamaların kimyasal ürün ve işlemelerle ve belki de, biyoçiplerin gerçekleşmesi durumunda, mikro-elektroniğe kadar uzanabileceği öngörülmektedir... OECD raporu (1989) biyoteknolojinin önümüzdeki yüzyılın ikinci veya üçüncü on yılında yeni yatırımların ve ekonomideki büyümenin itici gücü olabileceği" sonucuna varmaktadır.
Üretim sürecinde Bio-Genetik teknolojilerin rolünün artması ile birlikte bazı tarımsal faaliyetler de bilgi ve teknoloji yoğun hale gelirken tarım da üretim sürecinin sürekliliğinin sağlanması ve doğa koşullarına bağımlılığın azalması ve/ veya sona ermesi ile standartlaşma, mekanizasyon ve otomasyonu arttırarak tarımsal işletmelere sınai işletmelerin özellikleri kazandırılmaktadır. Bağımlılaştırılmış ülkelerin tarımını da kendi ihtiyacına göre üretime zorlamanın yanında sanayiden daha çok girdi alan ve ona daha çok girdi veren bir alan haline getirmektedir.
Uluslararası sermaye hububattan nişasta, nişastadan ilaç hammaddesi, benzin elde edilmesi gibi Bio-genetik alanlarla "tarımsal hammaddeleri katma değeri yüksek sanayi ürünlerine dönüşümü sağlayacak teknolojilerle tarıma dayalı yeni bir sanayi hamlesi" yapmaktadır. Hem petrol türevlerini ikame eden hem de yenilebilir bir madde olan "biomas'ın" hammaddesi olan tahıl gibi tarım ürünlerinden kendileri uzmanlaşmaktadırlar.
Gen teknolojisinde sağlanan gelişmelerle birlikte petrokimya sanayi tarımda 1990'ların yıldızı olmaya adaydır. Bu şirketler tarafından üretilen özel kimyasal gübreler özel hibrit tohumlarla üretilen bitki türleri dışındaki tüm bitkileri öldürmektedir.
Hibrit tohum üretimi ise yeni bir uluslararası metanın oluşturulması demektir. Saklanamayan ve sadece piyasadan alınabilen hibrit tohumların önemi, tarımda artan miktarda kimyasal gübre ve teknik donanım kullanılmasıyla artmakta ve tarımsal ekonomilerin dünya çapında yeniden yapılanmasına ve ABD-Avrupa tohum sanayilerinin dünya tohum piyasalarındaki egemenliğinin pekiştirilmesi anlamına gelmektedir.
Tohum sanayinin başlıca stratejisi tohumluk satışlarını mümkün olduğu kadar petrokimya sanayi ürünleriyle bir arada satmak yönündedir. Bu şirketler tarafından sunulan yüksek verimli tohumlar aynı zamanda daha yüksek ilaç, gübre kullanımı gerektirmektedir.
Tohum sanayi son yıllarda gıda zinciri içinde en hızlı büyüyen ve en yüksek karlılık getiren sektördür. Son yıllarda petro kimya şirketleri de tohum piyasalarındaki hızlı büyümeyi fark etmiş ve 1970'lerden bu yana dünyanın her yerindeki yüzlerce biyo-genetik mühendislik şirketini satın almaya başlamışlardır. Böylece petro kimya devi Sandoz birkaç yıl içinde dünyanın en büyük tohum şirketlerinden birisi haline gelirken, yine petro kimya devi Ciba-Geigy, petrol devi Shell, Alman petro kimya şirketi Hoechst tohum sanayindeki en büyük çokuluslu şirketler arasına girmişlerdir.
Tarımda kullanılan tohum ve girdilerin denetimi tüm bir gıda sanayinin ve gıda sisteminin, yani hangi girdilerin kullanılacağının ve girdilerin nerelere satılacağının denetimi anlamına gelmektedir.
Gıda ve agro-sanayilerin dünya çapındaki eğilimi de hem yatay hem de dikey bütünleşmedir ve bu da yeni ekonomik faaliyet alanlarının denetimini sağlamaktadır. Tarımsal faaliyetler üzerindeki bu tekel denetimi petrokimya sanayinin piyasaya sunduğu yüksek bağımlılık yaratıcı ilaç, gübre ve tohum paketleriyle daha da arttırılmaktadır.
Bununla birlikte kendi ülkelerinde doymakta olan gıda pazarlarını bağımlılaştırılan ülkelere genişleterek hâkimiyetlerini doğrudan kurmaya yönelmişlerdir. Böylece hem hızla kentleşen dünya nüfusunun her geçen gün daha fazla işlenmiş tarım ürünü talep etmesi sağlanmakta hem de kendi ülkelerine ucuz işlenmiş gıda maddeleri temin edilmekte. Bunun için ya bağımlı ülkelerdeki mevcut gıda sanayini almaktalar ya da buralarda yeni yatırımlar yapmaktalar.  Uygulanan en yaygın strateji ise var olan şirketlerden hisse satın almak ya da bunların yan şirketlerini satın almaktır.
Ayrıca dünya pazarlarını ele geçirmek için verilen mücadele bazen iki ÇUŞ'un birlikte iş yapması halini almasına rağmen kıran kırana geçmesi, tekellerin ucuz, kaliteli ve farklı ürünlere kolaylıkla ulaşabilmelerini gerektirmektedir. Bu sınırların engelleyiciliğinin kaldırılması ile birlikte tarıma destekleme ve sübvansiyonların önce değiştirilmesini sonra kaldırılmasını, üretim deseninin kendi ihtiyaçlarına göre şekillenmesini istemelerine yol açmaktadır. Bağımlılaştırılan ülkeler yeni üretim deseni ve temel gıda maddelerinde uzmanlaşarak[1] uluslararası tekellerin doğrudan hâkimiyetlerine girmektedirler. Bu ise 1950'lerde ulusal pazar olarak eklemlenen uluslararası sermayeyle sektörel olarak bütünleşmeyi getirecektir.   
Tarıma dayalı sanayiler dünyanın birçok yerinde hala en önemli imalat sanayi sektörleri arasında bulunmakta ve bu alanların özelleştirilmesi ve liberalizasyonu tekeller açısından büyük bir genişleme imkânı sunmaktadır. Üstelik gıda sanayi, 1980'lerde birçok sanayi dalının yaşadığı daralma ve negatif büyümenin tersine büyüme oranlarının sabitlenebildiği bir sektördür.
Bu özellikleri nedeniyle gıda sanayi yeni ürün çeşitlenmesi ve araştırma-geliştirme yatırımlarının da dev boyutlara tırmandığı bir sektör haline gelmiştir. Ancak araştırma geliştirme harcamalarının ulaştığı dev boyut ve yeni ürünlerin piyasalarca her zaman kabul edilmemesi istikrarlı bir talebe sahip üretici firmaların çokuluslu şirketlerce satın alınması eğilimini yükseltmekte, tekellerin piyasa payları esas olarak bu eğilimce sağlanmaktadır. 1980'lerin başlarından itibaren özellikle Avrupa ve ABD şirketleri gıda sanayinde büyük çaplı şirket evliliklerine gitmektedirler; 1988 Ocak ayı ile 1989 Temmuzu arasında sadece Avrupa'da 400 şirket evliliği gerçekleşmiştir. İngiliz- Hollanda kökenli Unilever şirketinin 1989 ve 1990 Mayıs'ı arasında tüm dünyada satın aldığı şirket sayısı 82'dir. Unilever Avrupa yağ üretiminin üçte ikisini ve dondurma piyasalarını egemenliği altına almıştır. Yoğunlaşmanın yaşandığı diğer sektörler şeker, buğday, kahve, bira, alkollü içki, bebe maması, donmuş gıda ve konserve süttür.
Gelişmiş ülke tarımsal faaliyetlerinin sanayileşmesi ve diğer ulusal tarım yapılarının mekanizasyonla pazara bağlanması, tarımsal üreticilerin gıda tekellerine tabiiyetini hem alıcı hem de satıcılar olarak artırdı. Özellikle gelişmiş ülkelerde ürün fiyat desteklemelerinin çiftçilerin gıda tekellerine bağımlılığını artırıcı biçimde yürütülmesiyle tarımsal üreticilerin uzmanlaşma yönelimleri hızlandı, uzmanlaşmanın en önemli göstergesi hayvancılığın tahıl üretiminden koparılması ve "ikinci tarım devrimi" olarak adlandırılan gelişme sonrasında ortaya çıkan sermaye-yoğun hibrit tohum ve soya üretimi oldu. Son derece uzmanlaşmış ve pazara bağımlı hale gelmiş bu tip uluslararası tarımsal ilişkilerin sürekliliği hem tarımsal girdilerin hem de tarımın yarattığı gıda sanayi hammaddelerinin üretim ve dağıtımının giderek daha fazla küreselleşebilmesini gerekli kılıyordu. Dünyanın bir ticaret savaşının eşiğine geldiği bir ortamda agro-sanayi tekelleri egemenliklerinin kurulmasını sağlayan eski tip ilişki ve politikaları, küresel entegrasyonun devamı açısından bir engel ilan ederek ulusal tarım destekleme programlarının iptalini talep etmeye başladılar.
Özelleştirmenin sermayenin uluslararası ve sektörel akışkanlığı için yarattığı olanakların en çarpıcı örneği tarımsal özelleştirmelerdir. Tarımdaki devlet kurumlarının özelleştirilmesi dünyanın en büyük petrol şirketlerinden Shell için müthiş piyasa olanakları demektir çünkü Shell aynı zamanda dünyanın en büyük ikinci tohum üreticisi ve dağıtıcısı durumundadır.
Tarımsal özelleştirmelerin belli başlı örnekleri şunlardır:
Bangladeş gübre dağıtımı, Pakistan tarımsal sulama kanalları, Filipinler agro-sanayi ve ulusal gıda kurumu, pamuk, tütün ve süt ürünleri kurumları, Sri Lanka ve Tayland pirinç ve tohum sanayi, Mali hububat alım kurumları, Gine tarımsal girdi ve tarımsal ihracat malı üreten devlet işletmeleri, Nijerya tarımsal ürün alım kurumları, Senegal gübre dağıtımı, bölgesel tarım işletmeleri ve alım kurumları, Malawi tarımsal pazarlama kurumları ve tohum üretim kurumları, Şili tarım işletmeleri, Doğu Karayipler meyve suyu ve muz işleme fabrikaları.
Malawi'deki tohum üretiminin özelleştirilmesi tarımdaki özelleştirmelerin mantığını sergileyen önemli bir örnektir. Özelleştirilecek tohum üretim kurumunu almak isteyen iki şirketten birisi çok ünlü bir Amerikan tahıl dağıtım firması ile yine çok ünlü ilaç şirketidir. Amerikan firmasının tohum üretiminin özelleştirilmesine yönelik ilgisi öyle açıklanmaktadır: Cargill isimli Güney Afrika'daki faaliyetlerini tasfiye etmek zorunda kalmış ve Afrika'da bir başka tohum üretilebilir ülke aramaktadır. Tohum tüm Afrika ülkeleri için yaşamsal önemdedir ve bu üretimin en iyi yapılabileceği yer, iklim ve yağış koşulları nedeniyle Malawi'dir. Üstelik ülke üreticilerinin de hibrit tohum talebinin yükseldiği anlaşılmıştır.
Çokuluslu tarım şirketlerinin azgelişmiş ülkelerden kaçırdıkları parasız bitki plazmalarının müthiş bir kar anlamına geldiği artık bilinmektedir. Örneğin özel bir virüs türüne bağışıklığı sağlayan bitki genleri Türkiye'den de parasız ithal edilmekte ve bu durum, Amerikan üreticilerinin 150 milyon dolarlık zararı önlemesini sağlamaktadır. Bitki plazmalarının azgelişmiş ülkelerden parasız ithalatı sadece ABD için yılda 66 milyar dolarlık kar ya da tasarruf sağlamaktadır.

II. BÖLÜM
TARIMSAL ÖZELLEŞTİRMELER VE TÜRKİYE
Türkiye'de sermaye ülke tarımının yeni uluslararası ilişkiler sistemine dâhil edilmesini talep etmektedir. Devletin pazardaki özel ilişkilere de müdahale etme işlevinden pazar ilişkilerinin genel çerçevesini belirleme işlevine geçmesi gerektiğini ifade eden TOBB, "1920'li yıllarda özel sektör eliyle kalkınmayı yürütmeye çalışan Türkiye'de, özel sermaye birikiminin yetersizliği nedeniyle devlet bu eksikliği gidermek üzere iktisadi faaliyetlere girmiştir.  1930'lu yıllarda ihtiyacı karşılamak üzere kurulan KİT'ler zaman içinde yaygınlaşarak ekonomide çok önemli bir yer tutmuştur. Ancak KİT'lerin politik tercihler doğrultusunda verimlilik ölçütlerinden uzak olarak çalıştırılması ve özel sermaye birikiminin, her türlü üretimi yapacak düzeye erişmesi, KİT'lerin ekonomiye yarardan çok zarar verir duruma gelmesi 1950'li yıllardan beri KİT'lerin özelleştirilmesi konusunu gündemde tutmuştur[2]" demektedir.
Devletin ekonomiye doğrudan müdahalesinin araçları olan KİT'ler, devletin içiçe geçen rolünün en açık görüldüğü yerlerdir. KİT'ler bir yandan sundukları istihdam olanakları ve ücretlendirme politikalarıyla geniş bir kitleyi alım gücünü artırarak piyasaya dâhil etmişler, diğer yandan sermayeye ucuz girdi sağlayarak karları artırmışlardır. Aynı dönemde devlet tarımsal üreticileri de kapitalist ilişkiler içine çekmiştir. Devlet KİT'ler ve TMO, tarım kredi ve satış kooperatifleriyle tarımsal küçük üreticileri doğrudan denetlemiş, yaşamlarını idame ettirebilmelerini doğrudan devletin sunduğu olanakları kullanabilmelerine bağlamış, sağlıktan eğitime, ürün alımından girdi teminine, sübvansiyon ve destekleme alımlarından fiyatlama ve kredilendirmeye kadar küçük üreticilerin yaşamlarına müdahale etmiş ve bu belirleyiciliğini sermayenin egemenliği için kullanmıştır. Devlet eliyle iç kaynaklara dayalı sanayileşmenin sağlanması küçük üretici tarafından finanse edilmiş, tarımsal ürünler pazarda paraya çevrilirken, satın alınan sanayi ürünleri artmış ve sermeye birikimini bu yolla artırmıştır.  Böylece hem sanayi desteklenmiş hem de pazar ilişkileri tarımsal üreticiler için vazgeçilmez hale gelmiştir.  Ancak artık sermaye için, pazar ilişkilerine geri dönülemez biçimde çekilmiş tarımsal üreticilerle kendisi arasındaki devlet dolayımı bir yük ve sınırlandırma haline gelmiştir ve bunalımı aşmak için bu ilişki kanalını değiştirmeyi bir zorunluluk olarak görmektedir. Bu yüzden artık sermaye için köylüyle ilişkiye giren devletin yerini, köylüyü sermaye ile doğrudan ilişkiye girmek zorunda bırakan devlet almakta, sermayeyi yaşamın her alanında doğrudan belirleyici hale getirme programı yürürlüğe konmaktadır.
Önceden bizzat üretimde de bulunarak karlılığı arttıran ve sosyal hizmetleri üstlenen devlet, bugün üretim koşullarını belirleyerek ve sosyal hizmetlerdeki pazar ilişkilerini düzenleyerek metalaşmayı yaygınlaştırma ve derinleştirmede yeni roller üstleniyor. Devlet yeni rolü ile piyasa ilişkilerinin genel çerçevesini uluslararası rekabete uygun tekelci ilişkiler ağı için optimal ve verimli koşullarda işlemesini sağlayacak şekilde belirlemektedir.  Bunun içinse devletin ekonomiye doğrudan müdahalesinin araçları olan KİT'ler satılmalı ve desteklemeler kaldırılmalıdır. Tarımsal özelleştirmeler aslında 1980'lerde uygulanmaya başlanan tarım politikalarının tamamlanmasıdır.
Ancak devletin ekonomik faaliyetlerden çekilmesi piyasalardan elini tamamen çekmesi değil buralarda genel koşulları oluşturucu bir rol üstlenmesi demektir. İstenen, ekonomik faaliyet alanlarının uluslararası rekabet ve bu rekabete uygun tekelci ilişkiler ağı için optimal ve verimli koşullarda işlemesinin koşullarının oluşturulmasıdır. Sermaye tarafından dile getirilen bu talepler hükumet protokolünde şöyle kabul edilmektedir:
"Devletin ekonomideki rolünün değişmesi doğrultusunda planlamanın yapısında ve yaklaşımında değişiklik yapılacaktır. Buna göre, DPT, bilgi ve beyin merkezi haline dönüştürülecek, uluslararası kuruluşlarla iletişim içinde çalışacak, ileriye dönük stratejiler geliştirecek, ufku olan politikalar belirlenmesinde öncülük edecektir. DPT uygulamayı yönlendiren dinamik bir yapıya kavuşturulacaktır. Planlar katılım ve uzlaşma ile gerçekleştirilecek ve özel kesim için orta ve uzun vadeli belirsizlikleri giderici genel bir yönlendirme görevini üstlenecektir[3].."
Programın yürürlüğe konulması, uluslararası sermayenin yeniden yapılanma süreci ile çakışmaktadır, çünkü bir önceki dönemin tarımsal program ve ilişkileri de bir başka uluslararası ekonomik ilişkiler sistemi içinde belirlenmiştir. Özelleştirme ile tarıma yönelik desteklerin kaldırılması aynı programın parçalarıdır ve bu unsurlardan oluşan programın temel hedefi uluslararası sermayenin yeni egemenlik tarzıyla bütünleşebilmektir. Gerek özelleştirmeleri yürüten kamu ortaklığı idaresi yayınlarında gerekse de hükumet belgelerinde "dünyayla entegrasyon" hedefi bütçe açıkları, enflasyon gibi "destek" gerekçelerin yanında temel ağırlık noktasını oluşturmaktadır. 
 Ancak bu bütünleşmenin yapılabilmesi için belirli yapısal kısıtların giderilmesi zorunlu görülmektedir. Yapısal kısıtlardan anlaşılması gereken bir bütün olarak KİT sistemidir, temel meselenin "zarar eden KİT'ler" olmadığı karlı KİT'lerin özelleştirmenin başlıca adayları arasında bulunmasıyla açıkça görülmektedir. Hükumet protokolünde bu eğilim, "dünya ekonomisiyle entegrasyonda Türk ekonomisinin makro dengeler yönünde önemli sorunları vardır. Yapısal özellik arz eden bu sorunlar kamu kesiminde yoğunlaşmaktadır. Bu sorunlar kamu ekonomik kesiminde küçülerek yeniden yapılandırma ve reform programı ile çözülecektir. Bu kapsamda KİT reformu, özelleştirme, vergi reformu öncelikle ele alınacak konulardır... Özelleştirme büyük zararlara yol açan ve satışı mümkün olmayan kuruluşların tasfiyesi ve kapatılması uygulaması ile birlikte yürütülecektir[4]" sözleriyle ifade edilmektedir.  Devlet bir yandan bir kısım sermayenin değersizleştirilmesini ya da "zararda" denilen KİT'lerin parçalanarak satılmasını (ki kapatmadan anlaşılması gereken de kısmi bir kapatmadır) üstlenirken, daha karlı olanların yeniden değerlendirilmesini özelleştirmektedir.
"Türk sanayici ve ihracatçısına uluslararası rekabet gücüne sahip mal ve hizmet üretimi için gerekli koşulların sağlanması ve bu amaçla dünya fiyatlarında girdi sağlayacak özendirme mekanizmalarının işletilmesi[5]" bir başka özelleştirme hedefidir. Yüksek dış borç oranlarına sahip tüm ülkelerde yürürlüğe sokulan bu modelde ihracata dayalı sektörlerin çeşitli mali önlemlerle desteklenmesi yoluna gidilmekte ve bu mali desteği sınırlandırıcı oluşumların giderilmesine çalışılmaktadır.
Bu amaçla birincisi, özellikle tarımda desteklerin uluslararası sermayeyle bütünleşebilir gıda sanayi ve bunlara girdi olacak ürünlere yöneltilmesi talep edilmektedir. "belirli bir program çerçevesinde gerek girdi bazında, dünya tarım ürünleri stokları ve tarıma dayalı sanayideki gelişmeler gözönüne alınarak ve pazar şansı olmayan ürünlerden başlanarak, tarımsal üretimde destekleme zaman içinde kaldırılmalıdır. Destekleme uygulamasının kaldırılmasına, dünyadaki stok şişmesi göz önüne alınarak hububat üretiminden başlanmalı ve ticaret borsaları geliştirilmelidir[6]."
İkincisi uluslararası tarımsal sanayi sermayesi ile bütünleşme açısından temel itkiyi sağlayamayacak ürünlere yapılan destekleme alımları diğer ürünlere sunulabilecek kaynakları azaltıcı bir etken olarak görülmekte ve bu durumdan doğan "açıkların" özelleştirmeyle giderilmesi önerilmektedir. "İkinci açık nedeni tarımı ve tüketiciyi desteklemekle görevlendirilen KİT'lerin zarar ve stoklarının finansmanından doğan harcamalardır. TMO, Şeker, Tekel gibi KİT'lerin zararları, alış ve satışlarda destekleme fiyatı uygulamaları ve kapasitenin üzerinde stok tutmaktan doğan kayıplardan kaynaklanmaktadır... TMO'ya verilen tarımsal fiyatların stabilizasyonu ve tüketicinin desteklenmesi görevleri bu kuruluşun açık vermesine neden olmaktadır" diyen Dünya Bankası raporu tarımsal fiyatların esnek bir tarife sistemi ile gerçekleştirilmesini önermektedir. Dünya Bankası'nın, "tarım destekleme politikalarının yeniden şekillendirilmesi ve kamunun yatırım programlarının (özellikle altyapı yatırımlarının) gerçekleştirilmesinde KİT'lere verilecek görevlerin yeniden belirlenmesi[7]" önerisi hükumet tarafından da benimsenmektedir.
Kaynak aktarımı konusunda özelleştirme yanlılarının öne çıkardıkları temel argüman "KİT borçlarıdır. KİT'ler 1980 sonrasında yüksek fiyatlandırma sistemi içinde çalıştırılırken KİT ürünlerini girdi olarak kullanan sektörler bu fiyat artışlarını tüketicilere doğrudan yansıtabilmişler ve gerçek gelirler ile talepteki düşmeye karşın, Türkiye sanayisinin teknoloji üretemeyen ve verimlilik artışı sağlayamayan hastalıklı yapısı bir yandan altyapı harcamalarının olağanüstü artırılmasına diğer yandan vergi oranlarındaki düşme, sermayeye mali açıdan sağlanan kolaylıklar, ihracat teşviklerine karşın giderilemeyen sermaye ihtiyacının iç ve dış borçlarla karşılanmasına yol açmıştır. Bir yandan sermayenin ihtiyacını duyduğu genel altyapı harcamaları yüksek borçlanma ile giderilmiş (ve satın alınabilir KİT'ler bu yatırımlarla açık verir hale getirilmiş) diğer yandan birçok KİT'e bütçeden ayrılan sınırlı kaynaklar bile verilmeyerek, bu kaynakların fonlar vs aracılığıyla özel sermayeye akıtılması (ve örneğin TKİ bu yöntemle zarar ettirilmiş) sağlanmıştır. Türkiye sanayisinde sadece kamu kesiminin değil özel kesimin de eski teknoloji, düşük üretkenlik, öz kaynaklar ve kaynak yaratma, yüksek tekelleşme oranları gibi hastalıklarla malul oldukları sermaye temsilcilerinin bile kabul ettikleri olgulardır ancak bu hastalıklar devletin el koyduğu kaynakların sermayeye akıtılmasıyla giderilmeye çalışılmıştır.  Bu anlamda özelleştirme aynı şeyin değişik araçlarla yapılmasından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Dış borçların artması uluslararası mali sermayeye bağımlılığı artırırken, borçlanma ve bağımlılık hem kamu kurumlarının hem de belediyelerin kaderi haline getirilmiştir. Daha önce devlet aracılığıyla IMF, Dünya Bankası ya da diğer devletlerden yapılan borçlanma artık uluslararası bankalar veya konsorsiyumlar, borsalar aracılığıyla olmaktadır. Dünya Bankası KİT açıklarının en büyük nedeninin "alt yapı yatırım projeleri gerçekleştiren TEK, PTT, TKİ, TDÇİ, TCDD, BOTAŞ gibi KİT'lerin yatırım harcamalarından" kaynaklandığını belirtmektedir. "Ticari bankalara olan borçlanmalar içerisinde en büyük pay, TMO, PETKİM, TEK, PTT ve Şeker'indir. TMO ve şeker, tarımın ve tüketicinin desteklenmesi programlarında öncelikli rol oynamış, TEK ve PTT ise önemli alt yapı projelerini gerçekleştirmişlerdir.[8]"
Yüksek faizli dış borçların geri ödenememesi Türkiye sermaye için olduğu kadar yabancı bankalar için de önemli bir risktir ve dış borçların borç- takas yöntemine, yani kamu kuruluşlarının hisselerinin borç karşılığında uluslararası piyasalarda satılmasına dayalı Arjantin modeli bu yüzden Dünya Bankası'nın temel özelleştirme modeli önerisi durumundadır.
İç borçların tartışmalarda kapladığı yerle kıyasla dış borçların hiç sorun edilmemesi, hatta dış borçlanmaya dayalı büyüme modelinin sürekliliğini sağlayacak önlemlerin sürekli geliştirilmesi özelleştirmeyi bütünleme çabasının önemli bir unsuru haline getirmektedir.
Bu hedefle uyumlu bir başka gelişme, PTT gibi uluslararası ekonomide öne çıkan KİT'lerin satılmasının yanında, altyapı çalışmalarının "enerji üretimi, havaalanı, liman ve ulaşım gibi alanlarda yap-işlet-devret" yöntemiyle gerçekleştirilecek "mega projeler" aracılığıyla gerçekleştirilmesidir. Hükumet programında da yer alan yap-işlet-devret modeli giriş ve yatırım maliyetlerinin çok yüksek olduğu alanlarda yapılan bir özelleştirme biçimidir ve bu alanlarda devlet ve uluslararası sermaye bütünleşmesi yani dış borçlanmanın artması zorunludur.
Özelleştirmenin bir üçüncü hedefi, piyasa oluşumu üzerinde küçük üreticilerin küçük de olsa sapmalar yaratabilecek güç odaklarının tasfiyesi ve bu üreticilerin sanayi sermayesiyle yeni bir tarzda bütünleştirilmeleridir.  Tarımsal desteklemeler ve tarımsal KİT'lerin bugüne kadarki işlevleri sadece üretim ve satışı düzenlemek değil, bitkisel ve hayvansal üretimin düzenlenmesi ve iyileştirilmesinden, modern tarım tekniklerinin yaygınlaştırılmasına, girdilerin sağlanmasından pazarlamaya kadar birçok alanı kapsamaktadır ve karşı çıkılan tam da KİT'lerin bu işlevleridir. Bu işlevlerin uluslararası tekeller temelinde özel sektöre devri istenmektedir.
Tarımsal KİT'lerin satışı, tarımsal kooperatiflerin işletmelerinin tasfiyesi ve tarımı desteklemenin kaldırılması yönünde gelişen politikalar, Türkiye tarımında yeni bir dönemin ipuçlarını vermektedir. Devletin tarıma geleneksel müdahale biçiminin araç ve kurumlarının tasfiyesi anlamındaki bu politikaların incelenmesinden önce, devletin tarımdaki geleneksel rolünü incelemek yeni politikaların kavranması açısından yararlı olacaktır.

TÜRKİYE TARIMININ GELİŞİMİ VE GELENEKSEL POLİTİKALAR
1920'lere kadar kapitalist devletler, tarımlarını kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdikleri sömürge ve yarı-sömürgelerden bir taraftan ucuz et ve tahıl sağlayarak ücretleri düşük tutarak diğer taraftan hammadde kaynaklarını sömürerek sermaye birikimlerini gerçekleştirdiler. Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yy.da yarı-sömürgeleşmeye başlaması, ticari faaliyetlerle birlikte en fazla tarımda görüldü. Fransız, İngiliz ve İtalyanlar bir yandan doğrudan büyük tarım çiftlikleri kurarken, diğer yandan da belirli ürünlerin dış ticaretini ellerinde tutuyorlardı. Ağırlıkla Ege ve Çukurova'da gelişen bu ilişkiler tarımda kapitalistleşmenin ve pazara açılmanın biçimini yansıtıyordu. Bunun dışındaki bölgeler ise kendi gereksinimleri için üretim yapan kapalı ekonomilerdi.
Ulusal pazarın oluşturulmasında 1930'lar dönüm noktası oldu. Aşarın kaldırılması, kadastro uygulaması gibi tarıma dönük politikalar,  ulusal pazarı oluşturmaya yönelik politikalar olarak demiryolu ağı ile her tarafın ulaşılır hale getirilmesiyle desteklendi. 1930'lara dek devraldığı yapıya pek dokunmayan, yerlileştirmekle yetinen Kemalist rejim, kapitalistleşmeyi özel sektör eliyle gerçekleştiremeyeceğini anladıktan sonra, ulusal bir pazar oluşturmayı üstlendi. Ulusal bir sanayinin yaratılması, ulusal bir pazarın oluşturulması yönelimi aynı zamanda tarımın sanayinin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmesini gerektirdi. Böylece uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş tarımdan ulusal pir pazara göre şekillendirilmiş tarıma geçiş politikaları uygulandı.
Temel gıda maddelerinin sağlanması amacıyla patates, çeltik üretimine başlandı, Amerikan ve Rus buğday tohumları üzerinde hastalıklara ve kuraklığa dayanıklı buğday geliştirilmesi çalışmaları yapıldı, montofon inek getirtildi.
Sanayinin talep ettiği hammaddelerin yetiştirilmesi amacıyla Şeker pancarı, Ayçiçeği, çay gibi bitkilerin ekilmesine, merinos ve karagülle koyunlarının yetiştirilmesine başlandı; Pamuk ve tütünde tohum ithal ve ıslah çalışmaları yapıldı.
Sanayinin ihtiyaç duyduğu dövizin tarımsal ürünlerin ihracından temin etmek amacıyla portakal, limon ve muz gibi meyvelerin yetiştirilmesine başlandı, fındık ve Antep fıstığı gibi ürünlerin ıslah ve yaygınlaştırılması çalışmaları yapıldı.
Bu dönemdeki uygulamalar ve yönelimler, yaygınlaştırılamadığı gibi köylünün pazar ilişkilerine çekilmesinde de kayda değer bir mesafe kaydedilemediği için tarımda zeminin temizlenmesi ve hazırlanmasının ötesine geçemedi. Ülkenin kırsal yapısı feodal, yarı-feodal ilişkilerle karakterize olmaya devam etti.
1950 ulusal pazarın oluşturulmasında başka bir dönüm noktası oldu. Bu zamana dek uluslararası işbölümü dışında gerçekleşen sanayileşme bundan sonra uluslararası yeni işbölümüne göre şekillendi. Bu amaçla pazar ilişkilerinin yaygınlaştırılması ve metalaşmanın sağlanması devletin görevi olarak kaldı.
Sanayinin ihtiyaçlarına göre oluşturulan üretim deseni günümüze dek temel üretim deseni olarak kalmakla birlikte buna yeni ürünler eklendi.
1950'lerde tarımsal yapının, dünya ekonomisine eklemlenilmesi sonucu geçirdiği hızlı değişimler, tarımdaki geleneksel üretim ve mülkiyet ilişkilerinin zamanla tasfiyesini ve pazarla bütünleşme sürecini başlattı. Genelde kendine yeterli, kapalı tarım yapılarının hızlı makineleşme ve girdi desteğiyle pazara açılması ve ekonominin öteki kesimleriyle bütünleşmeye başlaması, küçük üreticiliği ve farklı mülkiyet ilişkilerini yaygınlaştırdı.
Türkiye tarımının pazarla bütünleşmesi büyük ölçüde modern üretim teknolojisinin yaygınlaştırılmasıyla mümkün olabilmiştir. Tarımının pazara açılması, modern üretim teknolojisinin yaygınlaştırılması ve pazarlama ağının kurulması; 1950'den sonra traktöre geçiş, 1965'den sonra sulanan alanın arttırılması, 1970'lerde traktör ve kimyasal-biyolojik girdi kullanımının artması olarak özetleyebiliriz. Ayrıca karayolları ile Türkiye'nin her yanı çabuk ve kolay ulaşılabilir hale getirildi.
Tarım üreticilerinin pazara üretimi (aynı zamanda desteklemelerden yararlanabilmesi) pazardan tüketime endeksli bir biçime bürünerek sanayiye bağımlı hale geldi.  Tarımda teknolojinin yarattığı yapısal değişimle üretim ve verim artışı sağlanırken, mülkiyet ilişkilerindeki farklılaşmayla birlikte gelir dağılımı hızla bozuluyor ve hızlı bir mülksüzleşme yaşanıyordu. Bu mülksüzleşme sonucu hiç bitmeyecek bir biçimde başlayan göçler (yarattığı toplumsal sorunları göz ardı edersek) tarımdan sanayiye ve hizmetler alanına ucuz işgücü olarak kaynak aktarmanın yeni bir biçimini oluşturuyordu.
Sübvansiyonlarla makine ve Kimyasal- biyolojik girdilerin kullanılması sağlanarak üretkenlik ve verim artışını gerçekleştirilmiştir. Gübre, ilaç, tohum, yem gibi girdiler küçük, büyük bütün işletmeler için kullanılan miktar ile orantılı olarak sübvanse edilmiştir.  1980'e dek, Zirai Donatım Kurumu girdilerin temininde başlıca dağıtıcı kurum, Gübre Sanayi, Yem fabrikaları, TİGEM girdi üretimini gerçekleştiren başlıca kurumlardı. Ama bu alanların karlı hale getiren devlet, teşvik ve koruma duvarları ile de cazip hale getirerek özel sektörü buralara yatırım yapmaya yöneltip buralardan yavaş yavaş çekilmeye başlamıştır
Modern girdi kullanımı esas olarak tarımsal kredilerle ve sübvansiyonlarla teşvik edilmiştir. "Traktör talebi ile kredilendirme arasında çok yakın bir ilişki vardır[9]". Ziraat Bankası ve kredi kooperatiflerinin olanaklarından küçük çiftçilerin yararlanması sınırlı kalmış, genellikle büyük işletmeler yararlanmıştır.  Bu ise küçük üreticilerin üretimlerini tüccar-tefeciye borç yükü altında sürdürebilmelerine neden olmuştur. Örgütlü-resmi kredinin azalması[10] ve aşırı dengesizliği; borçlanan, toprağını kaybeden köylüyü gittikçe karmaşıklaşan tarımsal, ticari ilişkilere itmekte, buna karşın devletin politikaları "gayrı resmi kredi piyasasının" etkinliğini artırmasına hizmet eder yönde olmuştur. Uygulanan kredi politikaları küçük üreticilerin yeteri kadar modern girdi kullanamamasını getirirken büyük işletmelerin teknolojilerini yenileyebilmelerine ve sermaye birikim olanaklarını artırmalarına hizmet etmiş,  bu da tarımdaki gelir dağılımının bozulmasını hızlandırmıştır.
Devlet, taban fiyatı ve destekleme alımlarıyla piyasaya müdahale ederek fiyat oluşumunu belirlemiştir. Örgütsüz, yetiştirdiği ürünün fiyatını belirleyebilmekten uzak, piyasa koşullarına tabi küçük üreticilerin gelirlerini kontrol mekanizması olarak işlev gören taban fiyatı uygulaması; üreticiye tüccar karşısında kısmı olarak koruduğu gibi dönem dönem pazar garantisi de getirmiştir. Böylece ticari marjları düşürücü, sanayiye doğrudan kaynak aktarıcı bir etkisi olmuştur. Böylece tarımda yaratılan değer piyasa mekanizmaları yoluyla sanayiye aktarılmıştır. Kaynak aktarımı esas olarak eşitsiz değişim yoluyla gerçekleşmektedir. Bunun yanında sınai meta fiyatlarının tarımsal ürün fiyatlarına göre artırılması eşitsiz değişimi artırmaktadır.[11]
Bu süreçte ulusal sınırlar içerisinde yaratılan her türlü değeri artırıcı uygulamalarla birlikte tarımsal sübvansiyon ve desteklemeler de giderek her ürünü kapsar ve en maliyetli ürüne göre belirlenir hale getirilmesi geniş bir kesimi piyasa ilişkilerine çekmenin yanında iki sonucu da beraberinde getirdi.  Bunlardan birisi modern girdi kullanarak ve/veya büyük miktarda arazinin denetimi elinde bulundurarak daha ucuza mal eden ve daha çok üreten kesimlere rant aktarımı olurken diğeri üreticinin yeni yöntemler kullanarak verimliliği artırmasını sınırlamıştır.
Süreç boyunca tarım, kapitalist ilişkilere açılmasının sağlanması,  metalaşmanın yeni nüfuz alanı olarak sanayiye entegre olacak şekilde geliştirilmiştir. Pazar ilişkilerinin ülke çapında yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi süreci olarak yaşanan bu sürecin sonuna gelindiği 1980'lerde artık pazara açılmada belli bir gelişme sağlanmış, köylü pazar için üretimin yanında üretim girdilerini ve kişisel tüketimini de pazardan karşılar hale getirilmişti. Böylece kapitalizm kırsal alanda egemen hale gelirken, gelinen nokta metalaşma için yeterli olmamış, Hatta metalaşmanın önünü tıkamıştır.
Bu noktada sermaye için, pazar ilişkilerine geri dönülemez biçimde çekilmiş olan tarımsal üreticilerle kendisi arasındaki devlet dolayımı bir yük ve sınırlandırma haline gelmiştir. Bunalımını aşmak için bu ilişki kanalını değiştirmeyi bir zorunluluk olarak görmektedir. Bu yüzden sermaye için köylüyle ilişkiye giren devletin yerini, köylüyü sermaye ile doğrudan ilişkiye girmek zorunda bırakan devlet almakta, sermayeyi yaşamın her alanında doğrudan belirleyici hale getirme programını yürürlüğe koymaktadır.

1980: YENİ POLİTİKALAR, YENİ EĞİLİMLER
80 sonrası uygulanan politikalar ağırlıkla mali sermaye yanlısı politikalar oldu. Bu politikaların da spekülatif faaliyetler lehine geliştiği söylenebilir. Türkiye'deki bölüşüm ilişkileri belirgin bir biçimde mali sermaye ve ticari sermaye lehine değişirken, tarımdaki bölüşüm ilişkileri de ürün ticareti yanında kredi piyasasında da etkili olan ticaret sermayesi, kapitalist çiftçiler ve tefeciler yararına bozuldu.
Bu dönemdeki tarım politikaları da ekonomide serbest piyasa koşullarının oluşturulması yönündeki politikaların bir parçası olarak biçimlendi. Tarıma yapılan kamu yatırımlarının azalması, fiyatlara müdahalenin azaltılarak piyasaya tabiiyetin sağlanması, finansman sorununda üreticinin tüccar-tefecinin eline bırakılması, dış ticaretin libere edilerek tarım ürünleri ithalatı bu yöndeki uygulamalar oldu. Destekleme kapsamındaki ürünler ve alım miktarları azaltılıp, birçok girdiye uygulanan sübvansiyonlar kısıtlanırken, uygulanma biçimleri de değiştirildi. Sübvansiyonların doğrudan üreticiye değil, fabrika ve kombinalara verilerek onlar aracılığıyla dağıtılması, küçük üreticilerin ucuz girdi teminini olanaksızlaştırdı. Faizsiz besicilik kredisi ve süt primleri köylüye değil; EBK, Pınar, Maret gibi kombina ve entegre tesisler aracılığıyla dağıtılması, en büyük sübvansiyonun verildiği gübrede fabrikaya, tohumda üretici ve dağıtıcı firmalara teşvik verilmesi, aynı zamanda tarımda yerleştirilmeye çalışılan yeni egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin ilk uygulamaları oldu.
Fiyatlar üretici aleyhine gelişirken, üretiminin finansmanı için yeterli kaynak bulamayan üreticiler hızlı bir yoksullaşma yaşadılar. Girdi fiyatlarının ürün fiyatlarından hızlı artması, girdi kullanımını sınırlayarak küçük üreticilerin üretimlerinde düşüşlere yol açarken, ithalatın serbestleşmesiyle yapılan tarım ürünleri ithalatı bazı ürünlerin üretimini olumsuz etkiledi. Üretici yüksek destekleme oranlarına sahip ithal ürünlerle haksız bir rekabete zorlanırken Türkiye uluslararası tekellerin girdi pazarı haline geldi.
Böylece Türkiye uluslararası pazar haline getirilirken, artık ulusal pazar içerisinde korunmuş olan sanayi uluslararası pazarların yanı sıra kendi pazarında da uluslararası sermaye ile rekabet etmekle karşı karşıya kaldı. Koruma duvarları, teşvik ve ortak yatırımlarla kurulan sanayinin yeni koşullarda yeniden yapılanması uluslararası sermayenin yeniden yapılanma süreciyle çakışmaktadır.  Özelleştirme ile tarıma yönelik desteklemelerin kaldırılması aynı programın parçalarıdır ve temel hedef uluslararası sermayenin yeni egemenlik tarzıyla bütünleşebilmektir. Bu bütünleşmenin gerçekleşmesi devletin müdahalesinin değişmesi ile mümkündür. Tarımsal üreticiler için pazar ilişkilerini vazgeçilmez hale getiren devlet, piyasada kendi işlevini üretimden ayırarak, daha önce karlı hale getirdiği alanları özel sektöre devrederek yeni işlevini uygulamaya başlamıştır.
TMO, Şeker fabrikaları, et ve balık kurumu, SEK, Türkiye Yapağı ve Tiftik Kurumu gibi iktisadi devlet teşekkülleri, Tariş, Antbirlik, Çukobirlik, Fiskobirlik, Trakyabirlik, Karadenizbirlik, Kozabirlik, Güneydoğubirlik gibi tarım satış kooperatifleri birlikleri önce işlevsizleştirilmekte, görevlerini yapamaz hale getirilmekte sonra da satılmaya çalışılmaktadırlar.
1980'ne dek modern girdi dağıtımında tekel olan TZDK’nin pazar payı, gübre, tohum ilaç gibi girdilerin satımının özel sektöre açılması ile  % 15’in altına düşmüştür;
Modern girdi üretimi yapan yem sanayinin pazar payı 1991’de % 11.52'ye düşmüşken[12], toplam üretim içindeki  % 43'lük payıyla fiyatları düzenleyici bir rol oynayan TÜGSAŞ parça parça satılmaktadır.
Uzun yıllar ucuz, dayanıklı, albenisiz bez, kumaş, ayakkabı üreten Sümerbank tekstil-konfeksiyon, ayakkabı vb. sanayilerin gelişmesiyle birlikte atılım yapması önlenerek işlevsizleştirilmiştir. Bugün satılmaya çalışılan Sümerbank çarık, aba giyilen bir ortamda giyim sanayine pazar oluşturmuş ve bugün bu pazar terk ettirilmektedir.
TİGEM aracılığıyla ülkenin bitkisel ve hayvansal üretiminin artırılması, çeşitlendirilmesi, iyileştirilmesi çalışmaları yapan, çiftçilere uygun koşullarda girdi sağlayan devlet, bu işlevlerini uluslararası tekellerin birçok azgelişmiş ülkeye yerleştirdikleri araştırma-geliştirme laboratuvarlarına devretmektedir.
Özel sektör tohumculuğuna 1963 yılında izin verilmiş olmakla birlikte 1980 yılına dek kayda değer bir faaliyeti olmamıştır.  1980 sonrasında, teşvik ve özendirmelerle karlı hale getirilen tohumluk üretim ve pazarlamasına Sepaksa, Shell gibi özel sektör firmaları da katılmıştır.
Özel tohumculuk şirketlerince üretilen tohumlukların fiyatları serbest bırakılmış, tohumluk satış bedellerinde önemli devlet sübvansiyonları getirilmiştir."[13] Sübvansiyon olduğu halde Tohumluk fiyatları % 100 artmaktadır. 1985 yılından sonra  " yerli ve yabancı ortaklı tohumculuk özel kuruluşlarına devletçe sağlanan teşvikler çok artmıştır. Tohumluk dışalımı çok kolaylaştırılırken, öte yandan yatırım ve işletme kredi kaynakları artırılmıştır.
Özel sektör Hibrit mısır ve ayçiçeği, patates, soya,  domates, biber, karpuz, ıspanak patlıcan sebze, çiçek tohumculuğuna önem verirken, Tahıl ve yem bitkilerinin yükünü kamu kuruluşları çekmektedir. Türkiye'nin ihtiyacı olan tohumluk üretilse bile dağıtılamamaktadır. 1988 yılında dağıtılma oranı buğday tohumluğunda %57,4, arpada %79,4 olurken, ortalama olarak % 25-30'u dağıtılamamaktadır. Dağıtılan tohumluğun % 10 civarı ithal edilmektedir[14].
Devlet, öncülüğünü 1952 yılında EBK'yi kurarak yaptığı, tarımın giyim sektöründen sonra işlenmiş gıda maddeleri sektörüne de hammadde temin eder duruma gelmesini daha sonraki yıllarda teşvikler ve ortaklıklarla geliştirilmiştir. Şimdi tamamen sermayeye devretmeye hazırlanmaktadır. Bu amaçla EBK ve SEK'in pazar payları sürekli düşürülmekte yeni yatırımlar yapması engellenmektedir.
1991 yılında EBK'nin Kapasite kullanım oranı büyük başta % 13, küçükbaşta % 8, kanatlıda % 55, et üretimindeki payı % 10 civarında kalırken Maret, Pınar Et pazara hâkim durumdadırlar.
EBK'nin özelleştirilmesi,  Özel sektörün besiciden hayvanı daha ucuza alıp, eti daha pahalıya satmasına yol açması yanında besiciyi tamamen bağımlılaştıracaktır. Aynı gelişmeler SEK'in özelleştirilmesiyle de meydana gelecektir.
SEK "belirli niteliklere sahip süt ve süt mamulleri işletmelerinin toplam üretim kapasitesinde % 10'luk paya sahip olmasına rağmen; bu kesim tarafından satın alınarak işlenen süt miktarı içinde yaklaşık % 25'lik bir paya sahiptir[15]." Tekfen, Koç, Yaşar Holding'in sahipleri olduğu modern süt işleme ve pazarlama firmaları çıkarılan özel teşviklerle korunurken SEK satılmaya çalışılmaktadır. En son olarak da SEK'in süt toplama merkezleri taşeronlara satılarak aracının kazanması sağlanmaktadır.
Bütün bu dönem boyunca uygulanan politikaların yükünü en ağır biçimde çeken küçük üreticiler, gelirlerini korumaya yönelik çabalara giriştiler. İşletme yapısı ve sermaye birikim düzeyine göre farklılaşsa da kullanılan ana mekanizmalar; daha fazla aile emeği kullanarak ailenin içsel sömürüsünü yoğunlaştırma, tüketimlerini kısma ve borç ve faiz döngüsü altına girerek üretimini ve emek verimini artırmaya çalışmak oldu. Bu süreçte toprağını kaybeden ya da bu mekanizmaları üretemeyen azımsanamayacak bir kesim için ise başvurulan yol tarım-dışı faaliyetlere yönelmek ve kırdan göç olacaktı. Toprak parçalanmasına bağlı olarak aile parçalanmasının ortaya çıkması, aile bireylerinin farklı bölgelere mevsimlik işçi olarak gitmeleri ya da marjinal işlere yönelmeleri genel eğilim olmuştur.

DÜNYA GIDA SİSTEMİNİN EĞİLİMLERİ VE TÜRKİYE TARIMINDA YENİ YÖNELİMLER
Son yıllarda "3. teknolojik devrim", "Bilgi Çağı" vb. kavramlarla ifade edilen çerçevede sermaye üretim sürecini yeniden örgütlüyor. Bağımlılık ilişkilerinin de yeniden örgütlenmesi olarak, dünya, tek pazar haline getirilmeye çalışılırken gelişmiş kapitalist ülkelerin askeri ve siyasi politikaları da (fiilen ve cebren) bu yönde gelişiyor. Bu yönelimin bugünden ortaya çıkan açmazları biryana, dünya kapitalist işbölümünde daha etkin bir rol oynama gayretiyle, uluslararası sermaye ile yeni egemenlik tarzında yeniden bütünleşme yönünde oluşturulan politikalar Türkiye tarımında da yeni yönelim ve gelişmeleri ortaya çıkardı. Bu yönelim esasen 80'li yıllar boyunca uygulanan politikaların üzerinde şekillenmekte ve derinleştirilmektedir. 80'lere uluslararası tekellere pazar olarak açılan, girdi ve ürün pazarı haline getirilen Türkiye tarımının yeni politikalarla, sektörel düzeyde uluslararası sermaye ile bütünleşmesi hedeflenmekte.
Bu bütünleşme bağımlı ülkelerin tarımsal üretimini düzenleme, tarım politikalarını yeniden biçimlendirme, bu ülkelerde doğrudan yatırımlar yapma biçiminde gelişmektedir. Uluslararası tekellerin dünya gıda pazarını doğrudan hâkimiyetleri altına almak için; GATT görüşmelerine de yansıyan, sınırların kaldırılması, destekleme politikaları ve sübvansiyonların süreçte tasfiye edilmesi talepleri uluslararası kuruluşlar aracılığıyla azgelişmiş ülkelere dayatılmakta, yeni egemenlik tarzı kurulmaya çalışılmaktadır. Bu ise 1950'lerde ulusal pazar olarak eklemlenilen uluslararası sermayeyle sektörel olarak bütünleşmeyi getirecektir.
Sermaye yeni teknolojili belli merkezler etrafında taşeron firmalar aracılığıyla üretim sürecini yeniden organize etmesine paralel olarak yeni uluslararası işbölümünün kırsal kesime yönelik iki yanı vardır. Bunlardan birisi tarımsal işletmelerin uluslararası sermayeye entegrasyonuyla birlikte sanayi işletmelerinin özelliklerini kazanmaları olurken, diğeri de sanayinin kırdaki dağınık işgücünü taşeron işletmelerde kullanmasıdır.
Tarımsal üretimin, sınai faaliyetlerin özelliklerini kazanması yönünde; bio-genetik teknolojileri, mekanizasyon ve standardizasyonun artması, doğa koşullarına bağımlılığın azalması, uluslararası sermayenin, bağımlı ülkelerin tarımını kendi ihtiyaçlarına göre üretime zorlamalarına neden olmaktadır. Tarımsal faaliyetler giderek bilgi ve teknoloji yoğun hale gelirken, uluslararası tekeller bu alandaki üstünlüklerini, gıda sanayi temelinde gelişen yeni bir egemenlik tarzı olarak tarımda dayatmaktadırlar.
Gelişmiş ülkelerdeki gıda ve içki piyasalarının görece doygunluğa ulaşması karşısında çokuluslu şirketlerin temel bir stratejisi dünyanın diğer bölgelerindeki büyüyen pazarlarda çeşitli yatırım biçimleriyle pay kapmaktır.
TEKEL'in ve Türk tütüncülüğünün durumu bunun çarpıcı bir örneğidir. 1990 yılında 2,5 trilyon liraya yakın bir meblağı hazineye aktardığı halde Tekel neden özelleştirilmek isteniyor? ABD'nin en karlı sektörlerinden birisi olan Sigara ve Tütün kullanımı gelişmiş ülkelerde azalmasına karşı çareyi azgelişmiş ülkelerin pazarını ele geçirmekte buluyorlar. Böylece " bugün ABD'nin % 10 civarında seyreden dünya tütün ticaretindeki payı, 2000 yılında % 24,1’e yükselecek... 1990 yılında Türkiye'nin % 8 olan payı ise % 2,5 civarına inecek." Phillips Morris yayılma harekâtını yürütmek için bir Doğu Avrupa ve Orta Asya Bölge Başkanlığı oluşturdu. Türkiye bu bölgede hem kendi iç pazarı hem de Orta Asya pazarı açısından son derece stratejik bir noktada."[16]
Devlet eliyle "sigara içim zevki değiştirilerek yabancı markalara ve Virginia tütününe bağımlılık" yerleştirdi. Yabancı sigaranın pazar payı 1984'de % 1,6 iken 1991 yılında % 11,6’ya yükselmiştir. 1990 yılında ithal edilen sigaranın % 87'si Phillips Morris tarafından üretilen Marlboro, Parliament  vd. markalar oluşturuyor. Bu arada Phillips Morris 1990 yılında Sabancı Holding ile Philsa'yı kuruyor.
1930'lu yılların başında başlayan tütün ıslah çalışmaları sonucu standartlaştırılan Türk Tütününde böylece bir dönem kapatılıyor. Artık tütün, esas olarak uluslararası tekellerin ihtiyaçlarına göre ekilecek. Türkiye'de ne kadar tütün ekileceğine,  kalitesine, fiyatına, yetiştirme yöntemlerine,  uluslararası tekellerin doğrudan karar verecekleri bir sürecin başlarında bulunuyoruz. Bu sürecin araçlarından birisi de özelleştirme oluyor.
Dünya Bankasının "Tarımsal fiyatları stabilizasyonunun esnek bir tarife sistemi ile gerçekleştirilmesi... firmalar arası rekabetin ve tüketicinin desteklenmesinde belli bir tüketici grubunun hedeflenmesi... Bu uygulamanın neden olacağı fiyat artışlarından zarar görecek dar gelirli tüketicinin yiyecek kuponu vb. transferler yoluyla korunması[17]" isteği, uluslararası yeni işbölümünde bağımlılaştırılan ülkelere düşen temel gıda maddeleri ithalatçısı, gıda sanayilerine girdi üretme işlevini empoze etmektir. Bu nedenle Türkiye'de de buğdaya dayalı üretim desenine karşı çıkmaktadır. Bu TÜSİAD, TOBB gibi çevrelerce desteklenmekte hükumetlerce uygulanmaktadır.
Bu müdahaleyle buğdayın daha az üretimini sağlayacak bir fiyatlama sistemine geçilecektir. Bunun için Konya ve Polatlı'da kurulmaya başlanan tahıl borsaları; buğday üreticisine ya dünya fiyatlarından üretirsin ya da ürününü değiştirirsin dayatmasıdır. Ya daha ucuza mal edebilmek için daha ucuz emekle daha yoğun girdi kullanımı ya da tarımdan uzaklaşma sonucunu verecek bu dayatma Türkiye'nin ihtiyacı olan buğdayın ithali edilmesi zorunluluğunu doğuracaktır.
Hububatla başlayan destekleme politikasının değiştirilmesi pamukla devam etmektedir. "Yeni sistemde pamuk üreticileri dünya fiyatlarından borsada mallarını satacaklar ve üstüne devletten destekleme primi alacaklar.[18]"
Yeni sistem AT'de uygulanan tavan fiyatı niteliğindeki hedef fiyat ve taban fiyat niteliğinde olan müdahale fiyatı uygulamasından esinlenmiş.  Ama ondan temelde farklı; AT'de hedef fiyatı üreticilerin elde etmek istedikleri üst sınırı gösterirken müdahale fiyatı alt sınırı gösterir ve ikisi arasında ki fiyat oynamalarına müdahale edilmezken müdahale fiyatının altına veya hedef fiyatının üzerine çıktığında müdahale edilerek fiyat istenen düzeye getirilir. Fiyatlar ise aylık enflasyona göre değiştirilir.  Türkiye de ise fiyatlar dünya fiyatlarına göre belirlenmekte ve bunun altına indiğinde müdahale edilmeyeceği ilan edilmektedir.
Böylece TOBB'un  "destekleme alımında görevli kuruluşlar, destekleme alımı yaptıkları ürünlere dünya fiyatları üzerinde bir fiyat veremezler[19]" şeklinde hukuki bir düzenlemeye gidilmesi önerisi uygulanarak KİT'lerin destekleme ve fiyatları düzenleme işlevine son verilmektedir. KİT'ler fiyatlar artığında ve ya düştüğünde müdahale etmeyecekler ama hayali belgeler düzenleyen tüccar prim alacaktır. Ayrıca tüccar alımında çiftçinin alacağı primi de göz önünde bulundurarak fiyat verecek, böylece çiftçinin eline hedef fiyatın altında bir gelir geçecektir.
Bundan sonra tarımın kentteki organizasyonu olan "toptancı hal yasası" değiştirilecek ve "vadeli işlem yapılmasına imkân sağlayan `Future Market’lerine oluşmasına ilişkin düzenlemeler hızlandırılacaktır. Future Marketler kalitesi ve miktarı belirli bir ürünü, belirli bir fiyattan ileri bir tarihte teslim etmek ve/veya teslim almak üzere, alım satım kontratının yapıldığı ve el değiştirildiği borsalardır[20].  Vadeli işlem yapan borsalar sayesinde sanayici, yıl boyunca istikrarlı bir fiyattan hammadde şansına sahip olmakta ve böyle bir imkân sanayicinin rekabet gücünün artmasına olumlu katkı sağlamaktadır[21]."  Hastalık, hava değişiklikleri gibi nedenlerden kaynaklanan fazla veya düşük üretim, kalite gibi riskler üreticinin olmaktadır.  
Devlet tarımsal üretimi desteklemekten vazgeçerken, borsayı tarımsal üretimi düzenleyici kurum olarak oluşturmaktadır. Borsada uluslararası tekellerin belirlediği dünya fiyatları üretimi düzenleyici olmaktadır. Üretici uluslararası tekellerin ihtiyaçlarına göre ve onların belirlediği koşullarda üretimini yapacaktır. Dünyada milyonlarca üretici ayakta kalabilmek için kıyasıya bir rekabete girerlerken bir kaç ÇUŞ istediklerini elde edecektir. Böylece borsalar aracılığıyla tarım uluslararası sermayenin doğrudan denetimine sokularak uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden sömürgeleştirilmektedir. Bu arada uluslararası işbölümünde Türkiye’ye düşen tarıma dayalı sanayiler ihracat yapabileceklerdir.
Tarımı destekleme politikalarının kaldırılması; bugüne kadar sermaye ve tarım arasında pazarda rol oynayan ve artık sermaye için bir yük ve kısıtlama haline gelen devlet dolayımının kaldırılması anlamına gelmektedir. Tarım üreticilerini pazara çeken, giderek sanayiye bağımlı hale getiren devlet, 80'lerde başlattığı tarımda liberizasyon sürecini, bugün pazardan çekilerek uluslararası rekabete uygun koşulların oluşturulması hedefiyle tamamlamak yönündedir.
Bu uygulamalar anlaşmalı çiftçiliğin yaygınlaştırılması ile birlikte gitmektedir. Anlaşmalı çiftçilik, hem sanayiye entegrasyonun halkalarından birisi hem de riskin üreticiye yıkıldığı bir ilişki olarak köylünün sermayeye doğrudan bağımlılaştırılmasıdır.
Bunun ilk örneklerinden birisi olan şeker pancarı üreticilerinin  % 80'ininden fazlası küçük üreticidir.  Ekim öncesi ekspertizler köye giderek üretici ile üretim koşullarını belirleyen bir anlaşma imzalamakta, girdiler üreticiye hasat sonu ödenmek üzere borç verilmektedir. Ne kadar üretimin hangi koşullarda yapılacağına ve kaça alınacağına Şeker fabrikaları karar vermektedir.
Diğer bir çarpıcı örnek ise fabrikasyon üretimin yapıldığı tavukçuluktur.  Banvit gibi tekeller, çıkardıkları civcivleri büyütülmek üzere anlaşmalı çiftçiye satmakta ve yetişmiş tavuğun kg.ını belirli bir fiyattan geri almaktadırlar. Anlaşmalı çiftçinin tüm girdileri Tekellerden almak zorunda olmaları ayrıca  % 10 kar bırakmaktadır. Bunların yanında hastalık vb nedenlerle ölen tavukların zararını anlaşmalı çiftçi karşılamaktadır.
Yaygınlaşan bir örnek ise "Mc donalds gibi hazır-hızlı yemek üreten firmaların yeni yatırım yaptığı ülkelerde (Rusya, Türkiye) patates ve elma gibi girdilerin standardizasyonunun sağlanması için sözleşme yapmaları kalite ve miktar ararken üretim fazlası ve fiyat düşüşlerinin riskini üretici üstlenmektedir[22]"
Bunların yanında üç yabancı banka ile birlikte TSEK'e talip olan Türkiye Kalkınma Vakfı ise küçük üreticiye kredi, yem, hayvan vb girdilerin satın alınacak süte mahsuben ayni kredi olarak verilmesini ve süt+yem fabrikaları önerisiyle hayvancılığı da kontrol altına alacak bir sistem önermektedir.  Akdeniz ve Ege bölgelerinde ise uluslararası tekellerle anlaşmalı organik çiftçilik yapılmaktadır. "Böylece köylü doğrudan tekellere bağımlı hale getirilmektedir. Artık, neyi nasıl ne kadar üreteceğine, hangi girdileri kimden kaça, ne kadar alacağına, ürünü kime, kaça satacağına fabrika karar verecektir[23]".
Tarımda, devlet kendi rolünü değiştirirken çalışanlarını da işlevsizleştirmektedir.  Dün, TİGEM aracılığıyla ülkenin bitkisel ve hayvancılık alanında üretimin artırılması, çeşitlendirilmesi ve ürünlerin niteliğinin geliştirilmesi için çalışmalar yapan, çiftçilere uygun koşullarda girdi sağlayan, onları eğiten devlet, bugün bu işlevlerinden eğitim dışındakileri uluslararası tekellerin bir çok bağımlılaştırılan ülkeye yerleştirdikleri araştırma geliştirme laboratuvarlarına devretmektedir.  Yayın dışındaki eğitime ise TZOB talip ve bu doğrultuda çalışmalar yapmaktadır. İşlevsizleştirilmekte olan TİGEM’in arazilerini işsiz ve niteliksiz ziraat mühendislerine devretme öneri ve hazırlıkları uluslararası sermayenin yeniden yapılanmasına hizmet eder mahiyettedir.  İşlevsizleşen tarım teknisyeni, mühendisi masasında oturarak maaşını hak etmektedir. Yalnızca bir istihdam yeri haline dönüştürülen tarımla ilgili kurumlara mevcut personel fazla gelmektedir. Yenilerini alsa bile iş gördürmediği için ne yapacaktır onu.  Masalarında gazete okuyarak mesailerini tamamlayan Tarım teknisyeni ve mühendise verdiği maaş yetmemekte, onlar da döneme uyarak ek işler yapmakta ve bu ek işleri ön plana geçmektedir.
Kırdaki işgücünün sanayide kullanılmasında taşeronlaştırmanın öne çıktığı görülüyor. Taşeron firmalar aracılığıyla belirli yörelerde kırsal sanayi geliştirilmek istenmektedir.
Fason üretimi gerçekleştirmek için, istenen kalite, miktar ve zamanda istenen parçaları teslim edecek küçük ve orta boy işletmelere gerek vardır.   Türkiye'de kırsal sanayi ile küçük ve orta boy sanayinin desteklenmesi adı altında bu tür işletmeleri teşvik için KÖYTEKS ve KOSGEB kuruldu. Bunların temel işlevi fason üretimi gerçekleştirmek için Emek-yoğun yatırımlarla kırsal yörelere sanayi yatırımı yapması istenen özel sektöre öncülük etmek, Küçük ve orta ölçekli sanayi işletmelerini ekonomik gelişmelere uygun biçimde sanayiye entegrasyonu gerçekleştirmek olarak belirtiliyor. Kırsal kesimin bankaya yatan tasarruflarını da çekmeyi hedefleyen kırsal sanayi için 4222 köy merkez olarak seçilmiştir.
Tarımda çalışan sayısının son yıllarda azalması, mülksüzleşmenin hızlanmasıyla açığa çıkan işgücünü orta vadede "tarımsal hammaddeleri katma değeri yüksek sanayi ürünlerine dönüşümü sağlayacak teknolojilerle tarıma dayalı yeni bir sanayi hamlesi[24]" içinde değerlendirilmesini isteyen sermaye artık tarımın değil tarıma dayalı sanayinin desteklenmesini istiyor. Bu amaçla kurulmuş olan KÖYTEKS; kaynak bulamayan özel girişimciler için risk sermayesi ya da girişim sermayesi modeliyle, "direkt kamu kaynaklarından fon temin eden bir risk sermayesi organizasyonu rolünü[25]" üstlenme hazırlığında. Böylece kamu kaynakları riske edilerek, özel sermayenin zararı da kamu kaynaklarından karşılanmış olacak.
Sanayiye yaygın ve esnek üretim modelinde genişleme olanağı sağlanması, tarıma dayalı sanayinin bu temelde geliştirilmesi ve finanse edilmesi, devlet desteğinin buralara ikame edilmesini gündeme getiriyor. Küçük ve orta ölçekli sermayenin esnek üretim modeli temelinde bir yapıya büründürülmesi, "yan sanayi imkânlarını genişleterek büyük sanayi işletmeleriyle ilişkilerinin güçlendirilmesi[26]"  yönünde kırsal sanayi KOSGEB tarafından teşvik ediliyor.
Bunun finansmanı mevcut bütçe kaynakları yanında özelleştirme gelirlerinden sağlanacaktır[27].  Özelleştirmeden İşsiz kalanlara geçici bir süre işsizlik primi ödenirken Yeni istihdam koşullarına göre eğitilip taşeronlaşmaları sağlanacaktır.
KOSGEB aracılığıyla MKK'nın planlarını çizdiği ve nihai ürün haline getirdiği silahların parçalarının karadenizde yaptırılması, Huğlu'da kurulan Tüfek Kooperatifinin kendisi Modern bir fabrikaya sahip olduğu halde tüfek parçalarını ortaklarına parça başına, fason olarak yaptırması gibi uygulamalar kırsal sanayiden ne amaçlandığı ortaya çıkmaktadır:
¾Her köylünün, çok az bir masrafla fason üretim tezgâhı kurabilecek olması yatırım maliyetlerinin düşürülmesi,
¾Servis, kreş, öğle yemeği gibi maliyeti arttırıcı unsurları yok ederken, İşçi sorunlarının da genel iş hukuku dışında çözülmesinin sağlanması;
¾ Ekonomik dalgalanma, talep değişiklikleri ve çeşitliliklerine dayanma ve uyum göstermede köylü ailesinin süratli ve esnek davranma avantajlarından yararlanılması;
¾Maliyetleri minumuma indirmek suretiyle ana şirketlerin rekabet güçlerini artırması ve pazar imkânlarının genişletilmesi için köylünün günün her saati ve ailenin tüm fertleriyle birlikte bir yandan kendi arazisinde diğer yandan fason üretim tezgâhında üretim yapması gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu sistemle "Kırsal nüfus mekânından ayrılmadan... Mamul madde üretilinceye kadar ki her aşamada bir üretici grubu çalışmakta, sonunda her bir üretici grubunun ürettiği parçalar bir araya getirilerek nihai ürün elde edilmektedir.[28]"
Üretilenlerin pazarlanması ve girdi teminini fabrikaların yanı sıra kırsal kesime bir tür hücre sistemi ile yayılacak profesyonel pazarlama şirketlerince yapılacaktır. Bu ise üretimi denetleyen üreticiyi kendi tezgâhında /malında boğaz tokluğuna çalıştıran "yeni tip' tüccarların gelişmesi demektir. Bugün örneklerine Denizli civarında rastladığımız ilişkilerin daha modernize ve organize biçimleri geliştirilmek istenmektedir.[29]"
."Köylü bir yandan tarlasını işler ve hayvancılık yapar diğer yandan tüm boş zamanını ve ailesinin tüm fertleri ile gelir arttırıcı faaliyetlerde bulunur. Bunlar el sanatları, süs eşyaları, halıcılık[30] vb. olabileceği gibi, fason üretimde olabilir. Daha da olmadı yakında kurulan fabrikada çalışabilir. Tarlada çiftçi", evde "müteşebbis", fabrikada "işçi" ama gerçekte hepsinde "işçi-köylü" konumundadır. Üreteceğine ve fiyatlarda karar hakkı olmayan, sanayiye ve uluslararası tekellerle, onların uzantılarına doğrudan bağımlı bir hale getirilmek istenmektedir. Bu ilişkiler bir yandan yeni birikim olanakları sunarken diğer yandan da tarımda büyük kapitalist işletmelerin yaygınlaşmasını getirecektir.[31]"
Çiller Hükumetinin uygulamaya koyduğu yeni politikalarla, KİT'lerin satışı hızlandırılırken, tarıma desteklemenin kaldırılacağı, tarımsal kooperatiflerin işletmelerinin tasfiye edileceği açıklandı. Ekonominin kaynak darlığını giderici yönde tipik bir kemer sıkma politikası olarak şekillenen politikalar işçi, memur ve çiftçilerin üzerinde etkili olacaktır.

SON SÖZ YERİNE
1940'larda ulusal tarım yapılarının bir yandan korumacılık bir yandan üretim teşvikleriyle desteklenmesi üzerinden oluşturulan uluslararası tarım ve gıda sistemi, dünyanın birçok bölgesindeki tarımsal yapılar ve üreticilerin piyasa ilişkileri ve tarıma yönelik alanlarda faaliyet gösteren çokuluslu şirketlere tabiiyetini sağlamış ve uluslararası sermayenin kriz sonrası yeni ihtiyaçları karşısında geçersiz hale gelmiştir. Tarımsal faaliyetlerle ilgili tüm alanların liberalizasyonu ve özel sermayenin denetimine açılmasını gerektiren bu yeni ihtiyaçlar, gerek tarımsal üreticiler gerekse de tarımsal girdileri kullanan sanayilerde çalışan işçiler açısından önemli kayıplar anlamına gelecektir.
Özelleştirmeler tarım ve sanayide çalışanlara yönelik ortak bir saldırının bir parçasıdır ve bu saldırının tüm ekonomik faaliyet alanlarında çalışanlar açısından gerçek ücretlerinin düşürülmesi, genel yaşam koşullarının kötüleşmesi gibi sonuçlar doğuracaktır. Ancak tarıma yönelik özelleştirmelerin sonuçları sadece ekonomik koşulların üreticiler açısından kötüleşmesiyle sınırlı değildir. Tarımsal ilişkilerin çokuluslu şirketlerin ihtiyaçlarıyla uyumlu biçimde zora dayalı biçimde daha fazla küreselleştirilmesi, dünyanın tüm bir kültürel ve coğrafi dokusunun da daha fazla tahrip edilmesi demektir.  Sermayenin ihtiyaçları yönünde oluşturulan anti-demokratik bir küreselleşmeye karşı, demokratik bir tarım ve gıda sistemi programının temeli, istihdam ve gerçek gelirlerin korunmasından, güvenli ve besin değeri yüksek gıdaların sağlanmasına, çevreyi koruyan bir tarımsal sistemin geliştirilmesinden demokratik katılım mekanizmalarının oluşturulmasına dek uzanan bir çerçevede oluşturulmalıdır.
Borç kıskacına alınan azgelişmiş ülkelerin kaynakları uluslararası tekeller tarafından yağmalanmaktadır. Bu yağmalamadan elde edilen karlar verilen borçları kat kat aşmaktadır. Örneğin çokuluslu tarım şirketlerinin azgelişmiş ülkelerden kaçırdıkları parasız bitki plazmalarını kendi denetimleri altındaki üretimi koruyucu ve geliştirici olarak kullanmaktadırlar. Türkiye'den kaçırılan bitki plazmaları ile özel bir virüs türüne bağışıklığı sağlayan bitki genleri Amerikan üreticilerinin yılda 150 milyon dolarlık zararı önlemesini sağlamaktadır. Bitki plazmalarının azgelişmiş ülkelerden parasız ithalatı sadece ABD için yılda 66 milyar dolarlık kar ya da tasarruf sağlamaktadır.
Buna karşılık Türkiye borç faizlerini ödeyebilmek için kendi emekçilerinin sosyal haklarını kısmakta, ortadan kaldırmaya çalışmakta, haklarını arayanları korku ve baskı ile sindirmeye çalışmaktadır. Buna karşılık emekçilerin talepleri arasında kaynak aktarımının engellenmesi amacıyla bitki plazmaları gibi değerlerin kaçırılmasının önlenmesini istemekle birlikte borçların iptali de istenmelidir. Türkiye'nin bağımsız bir gelişme gösterebilmesinin ve siyasal tutum alabilmesini için bunlar için mücadele kaçınılmazdır.
Bu arada uluslararası tekeller bitki plazmalarına istedikleri gibi ulaşabilmeleri için GATT görüşmelerine araştırma laboratuvarlarının ve araştırmacıların bitki plazmalarına nerede olurlarsa olsun serbestçe incelemelerini ve yararlanmalarını sağlayacak maddeler koydurtmaktadırlar. Böylece bitki plazmalarına serbestçe ulaşırlarken, bunlardan çıkartacakları ilaç, tohum vb.lerini patent hakları ile tekellerine almaktadırlar. Bitki plazmalarının uluslararası tarım şirketlerinin araştırma laboratuvarlarınca serbestçe kullanımını engelleyici bir hat oluşturulurken bağımsız araştırma yapan ve teknoloji üreten merkezler organize edilmelidir.
Uluslararası tekeller bitki florasını kendi ihtiyaç ve yönelimlerine göre yeniden düzenletmektedirler. Üretim deseni tekellerin istemleri doğrultusunda yeniden düzenlenirken, doğa örtüsünü kirletici ve tahrip edici kimyasal-biyolojik girdiler kullanılmakta, sanayiler kurulmaktadır. Doğa dengesini yok eden bu tutuma karşı doğanın dengesini gözeten, bitki florasını zenginleştiren bir üretim deseni ve üretim girdileri için mücadele edilmelidir.
Tarımsal üretimde kendine yeterliliğin yok edilmesi, üretim deseninin değiştirilmesi, ithalatın serbestleştirilmesi vb. ile tarım uluslararası tekellerin ihtiyaç ve yönelimlerine göre yeniden biçimlendirilmektedir. Bunun gerçekleşmesi için yapılan KİT'lerin tasfiyesi, yeni prim sistemi, borsa vb. uygulamalar aynı zamanda üreticilerin sermayeye doğrudan bağımlılaştırılmasına neden olmaktadır. Böylece neyi, ne zaman, nasıl ekeceğine, kime, nasıl, kaça satacağına sermaye karar vermektedir. Üreticiler ürünleri ve üretim üzerindeki söz ve karar hakkını ortadan kaldırıcı bu bağımlılaştırmaya karşı üreticilerin söz ve karar hakları için mücadele öne çıkmaktadır.
Sermayenin doğrudan egemenliğini kurabilmek için devlet, istihdam ettiği ziraat teknisyeni ve mühendislerini işlevsizleştirerek masa başlarında zaman öldürür hale getirmiştir. Bu nedenle ziraat teknisyeni ve mühendislerinin mesleklerini icra edebilmek için mücadeleleri sermayenin doğrudan egemenliğine karşı bir muhteva taşımak zorundadır. Ziraat teknisyeni ve mühendislerinin işlevsizleştirilmeye karşı, söz ve karar hakları için mücadele etmeleri aynı zamanda uluslararası sermayenin yerleştirmekte olduğu sisteme karşı bir muhteva taşımalıdır.
Tarımdaki bu yeni uygulamalar ve yönelimler Türkiye'yi uluslararası sermayenin açık bir pazarı haline getirme stratejisinin bir parçasıdır. Türkiye halkı Osmanlı imparatorluğu zamanındaki gibi uluslararası sermayenin doğrudan denetimine sokulmak istenmektedir. Bu yerleştirilmekte olan sistem halkların yeniden sömürgeleştirilmesidir. Bu yeniden sömürgeleştirmenin araçlarından birisi olan özelleştirmeye karşı alınacak tutum turnusol kâğıdıdır.
Özelleştirmeyi savunmak demek uluslararası sermayenin doğrudan egemenliği ile birlikte yeniden sömürgeleşmeyi de savunmak demektir.
Özelleştirme karşısında tasfiye edilmekte olanı savunmak ise, sermayenin bir başka egemenliğini, tıkanmış ve sürekli krizler içerisinde bulunan egemenliğini savunmak, ona yol göstermek demektir.
Özelleştirmeye demokratik bir halk hareketi ile karşı çıkılmalıdır.  Tıkanan ve tasfiye edilen eski ilişki ve kurumların yerine halkın demokratik ilişki ve kurumları oluşturulmalıdır. Söz ve kararın üreticilerde olduğu, ortaklaşa olarak kendi demokratik ilişki ve kurumlar üretebildikleri bir hat oluşturulmalıdır.
Böylesi bir hat aynı zamanda yeniden sömürgeleştirme harekâtı içerisinde yeniden kimliklenmeye tabii tutmaya karşı da bir hat olmalıdır. Yeni kimliklendirme emekçileri tüketici ve vergi verenler olarak niteliklendirirken, İnsanların sürekli olarak birbirleri ile rekabetini, bencilliği, çıkarcılığı günlük yaşamın olağan tutumları haline getirmektedir.
Buna karşı insanların yaşamın her alanında ve düzeyinde üretkenleştirilmesi temelinde kolektif bir çalışma disiplini ve yaşama tarzını hedef alan ve bunun koşullarını oluşturan bir hat oluşturulmalıdır. Rekabetin yerini yardımlaşma ve dayanışmanın aldığı, seyreden değil üreten ve müdahale eden insanların oluşturduğu birliktelikler oluşturulmalıdır.
Demokratik halk kooperatifçiliği bunlardan birisi olabilir. Demokratik halk kooperatifçiliği, "Gönüllü küçük üretici aileleri bir araya gelerek oluşturdukları kolektif üretim birimleri" olarak bürokrasi ve kırtasiyeciliğin olmadığı, üreticilerin tüm süreçlerde kararı kendilerinin verdiği ve bu kararları kendilerinin uyguladığı bir organizasyon olarak yalnız tarımsal üretimi değil aynı zamanda tarımsal ürünlerin işlenmesi ve dağıtımını üstlenmelidir.
Demokratik halk kooperatiflerinde istihdam edilecek ziraat teknisyeni ve mühendisleri, çeşitli uzmanlar üretimin bilimsel esaslara göre yapılmasını sağlarlarken, kurulacak araştırma ve geliştirme merkezleri sürekli olarak gelişimini sağlamalıdırlar.
Bugün işlevsizleştirilen ve /veya tasfiye edilen TMO, TZDK, Tarım Satış ve Kredi kooperatifleri gibi kurumlar üreticilerin belirleyici hale gelecekleri şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Yeniden yapılandırılan bu kurumlar olanaklarını Demokratik Halk Kooperatiflerinin kurulması için seferber etmelidirler. Demokratik Halk Kooperatifleri kurulduktan sonra bu kurumları devralmalıdırlar.




[1]Sözü çok edilen "Karşılaştırmalı üstünlük"ler uluslararası tekellerin istediği alanlarda uzmanlaşmaktır. Bu, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına ve gelecekteki yönelimlerine göre üretim yapılmasını getirmektedir. Bağımlılaştırılan ülkelerin bağımsız olarak kendi ihtiyaçlarına göre yönelmelerini ve teknoloji geliştirmelerini önlemektedir. Böylece teknoloji uluslararası tekellerin denetiminde kaldığı gibi ülkeler arasındaki uçurumda gittikçe açılmaktadır.
[2]TOBB Ekonomik Rapor 1992  S.112
[3]Hükumet Protokolü S.12
[4]Hükumet Protokolü S.9
[5]Hükumet protokolü S.11
[6]TOBB Ekonomik Rapor 1992  S.130
[7]Dünya Bankası Raporu, Aktaran Gözlem, 31 Ağustos 1992
[8]Dünya Bankası Raporu, Aktaran Gözlem,1 Ağustos 1992
[9]TOBB Tarım Özel ihtisas Komisyonu Raporu s.178
[10]Ziraat Bankası kredilerinim Toplam kredilere oranı, 1924 yılında % 61.1 olurken, 1938'de 14.7'düşmüş, 1944'de 23.1'e, 1950'de % 31.67'ye çıkmış, 1960'da 24.81 olurken 1963'de % 33.58'e, 1970'de % 34.01'e yükselirken 1972'de % 23'e düşerken 1976'da % 40.0'ra yükseliyor,  ondan sonra düşüşe geçerek 1983'de % 5'e kadar düştükten sonra tekrar yükselişe geçiyor.
[11]"Buğday destekleme fiyatlarındaki yıllara göre değişimle, Traktör fiyatlarındaki yıllara göre artış oranı bir uyum içinde gelişmiştir " (TOBB Tarım Özel ihtisas Komisyonu Raporu s.178)
[12]Kırsal sanayi sempozyumu DPT 1993 s. 200, 202
[13] Prof. Dr. Nazmi AÇIKGÖZ TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası "Türkiye'de tohumculuğun Gelişimi ve geleceği" Sempozyumu  s.177
[14]Tohumculuk sanayi ve gelişimi TOBB Ankara 1990
[15]Tarım ve Köy Dergisi Mayıs 1993 s.45
[16]Bu bölüm büyük ölçüde Türkiye Ziraatçılar Derneği tarafından yayınlanan Tütün Raporu 1993'den yazılmıştır.
[17]Dünya Bankası Raporu Aktaran Gözlem, 31 Ağustos 1992
[18]Sabah Gazetesi  13 Ağustos 1993
[19]TOBB Ekonomik Rapor 1992  S.132
[20]Vadeli işlem borsaları ilk defa 1842 yılında ABD'de Chicago piyasasında kurulmuş, daha sonra New York, Tokyo, Londra borsaları faaliyete geçmiştir.
[21]TOBB Ekonomik Rapor 1992  S.132
[22]Deniz YENAL & Zafer YENAL Toplum ve Bilim Bahar 1993 S.107
[23]Mülkiyeliler Birliği Dergisi Ağustos 1993 S. 15
[24]Dr. Haydar TUNCER Kırsal Sanayi Sempozyumu Tebliğler S:20
[25]A. Atilla ÇELİK, Kırsal SAnayi Sempozyumu Tebliğler, S.304
[26]Görkan ÖZBİLGİN, Kırsal Sanayi Sempozyumu Tebliğler S.316
[27]Hükumet Protokolü S. 9
[28]Prof. Dr. Nurettin YILDIRAK Kırsal Sanayi Sempozyumu Tebliğler s.67
[29]Mülkiyeliler Birliği Dergisi Ağustos 1993 S. 16
[30]son on yılda yaygınlaştırılan halk eğitim hizmetlerinde özellikle kadınlara el sanatları vb. öğretilmektedir.
[31]Mülkiyeliler Birliği Dergisi Ağustos 1993 S. 16

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.