ULUSLARARASI SERMEYENİN YENİDEN YAPILANMASI
ÖZELLEŞTİRME VE TARIM*
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
GİRİŞ
I.BÖLÜM: ÖZELLEŞTİRME, KRİZ VE TARIMDAKİ YENİ EĞİLİMLER
ÖZELLEŞTİRME VE YENİDEN
YAPILANMA POLİTİKALARI
NEDEN YENİ BİR MÜDAHALE
TARZI
YENİDEN YAPILANMA NEYİ
HEDEFLİYOR
TARIMSAL ÖZELLEŞTİRME
PROGRAMLARI VE TARIMIN YENİ EĞİLİMLERİ
II. BÖLÜM: TARIMSAL ÖZELLEŞTİRMELER VE TÜRKİYE
TÜRKİYE TARIMININ GELİŞİMİ
VE GELENEKSEL POLİTİKALAR
1980: YENİ POLİTİKALAR,
YENİ EĞİLİMLER
DÜNYA GIDA SİSTEMİNİN
EĞİLİMLERİ VE TÜRKİYE TARIMINDA YENİ YÖNELİMLER
SON SÖZ YERİNE
*BU BROŞÜR 1993 yılında Türkiye
Tarımcılar Vakfı Araştırma Biriminin kuruluşunda yer alan, içlerinde benim de bulunduğum
dört kişi tarafından birlikte yazıldı. Türkiye Tarımcılar Vakfı Araştırma –İnceleme
Dizisi -1 olarak (Ekim 1993 Ankara) yayımlandı.
ÖNSÖZ
Özelleştirme son yıllarda
basından televizyona, partilerden hükumetlere değin, sermayenin tüm kurumları
veya kuruluşları ile kamuoyuna pompalanan, adeta ülkenin kurtuluş aracı imiş
gibi gösterilen bir proje oldu. Öyle ki tüm burjuva partileri ANAP'tan DYP’ye
SHP’den CHP değin kim “daha iyi özelleştirme yapar” yarışına girdiler Çiller'in
DYP Genel Başkanı seçilir seçilmez ilk açıklaması KİT’lerin hızlı
özelleştirilecek oldu. Buna da öncelikle tarımsal KİT’lerden başlanacağını
açıkladı.
Çiller’in Amerika
gezisinde bulunduğu bugünlerde IMF, Dünya Bankası ve Emperyalist Tekerlerden
özelleştirme programını ve talimatını aldığı ve dönünce acı reçetelerini
uygulayacağını duyuyoruz.
Türkiye Tarımcılar Vakfı
olarak gerek kuruluş ana sözleşmemiz gerekse üyelerimizin Türkiye Tarımda
çalışan tarım emekçileri olması nedeniyle; özelleştirme nedir? Özelleştirmenin
ülkemizdeki tarım emekçilerine ve bizlere yansıması nasıl olacaktır? Konularına
duyarsız kalamadık.
Özelleştirmenin Türkiye
Tarımda getirecekleri ve Türkiye tarımdan götüreceklerini araştırma grubumuzda
incelemelerini istedik. Araştırma sonucunda özelleştirmenin ülkemiz tarımına
bir şey getirmediğini ama çok şey götüreceğini gördük. Tarımda özelleştirme ile
ulusal tarım politikasının terk edilerek, ülkemiz tarımının uluslararası
sermaye tabi kılınmak istemiyor. Bu amaçla; tarımda destekleme alımlarını terk
etme, üretim girdilerinde süspansiyonları kaldırma, destek ve sübvansiyonları
üreticiye değil fabrika ve kombinalara vermek, böylece üreticinin
bağımsızlığını yitirerek, fabrika ve kombinalara bağlanması, üretim süreci
üzerindeki söz ve karar hakkını yitirmesi sonucuna gidilecektir.
Tarımsal üretimde mevcut
üretim deseni terk edilerek uluslararası tekelerin ihtiyaçlarına göre ve
onların belirlediği koşullarda üretim yapılacak. (Örneğin; ABD'de buğday stoku
varsa, Türkiye buğday üretimi kısacak, eğer bunu yapmazsa buğday üreticinin
elimde kalacak.)
Kısacası Tarımda
Özelleştirme ile Türkiye Tarımı; uluslararası sermayenin çıkarlarına göre
şekillenecek. Bu da ülkemiz tarafından çalışanlar için işsizlik açlık yoksulluk
ve örgütsüzlüktür. Ülkemiz Tarımına hizmet veren biz Tarım ve Ev Ekonomisi
Teknisyenleri ve Ziraat Mühendisleri içinde işsizlik olacaktır.
Özelleştirme; Basın
Radyo-Televizyon, Partiler ve Hükumetler tarafından Allanıp pullanarak ve
gerçekler saklanarak, kamuoyu oldu bittiye getirmek istemektedir. Oysa
özelleştirme ülkemiz kaynaklarının uluslararası sermaye peşkeş çekilmesidir
ve bu da ülkemiz çalışanlarına işsizlik
açlık sefalet getirir.
Özelleştirme bedelini en
fazla çalışan kesimler ödeyecektir. Vakfımız üyelerinin de hepsi çalışan, emeği
ile geçinen insanlardır. Üyelerimizin hizmet gördükleri çiftçiler de çalışan
emeğiyle geçinen insanlardır. Özelleştirme konusunda Türkiye Tarımcılar Vakfı
olarak sizleri bilgilendirmeyi, özelleştirme tartılmasını sizlerle açmayı bir
görev olarak gördük. Sizleri tartışmaya katılmaya, düşüncelerinizi vakfımıza
yazarak araştırmalarımızı zenginleştirmeye davet ediyoruz.
Saygılarımızla
Yönetim Kurulu Adına HİKMET KOÇAK
Türkiye Tarımcılar Vakfı
Başkanı
GİRİŞ
Özelleştirme politikaları
son on yıldır Türkiye toplumunun gündeminde merkezi bir yer tutuyor.
Başlangıçta KİT'ler eliyle yürütülen toplumsal hizmetlerin ve "zarar
eden" sınai işletmelerin özel sektöre devredilmesi ekseninde yürütülen özelleştirme
tartışmaları, özellikle Çiller Hükumeti döneminde tarımı da kapsayarak
yoğunlaştı.
Destekleme alımlarının
kademeli olarak kaldırılmasından, Tarım Satış Kooperatifleri ‘ne ait
işletmelerin tasfiyesine kadar uzanan bir dizi uygulamayı kapsayan tarımsal
özelleştirme programı 80'lerde başlayan süreci hızlandırmayı hedeflemektedir.
Geleneksek tarım politikalarının tümüyle terk edilmesi olan bu program,
uygulanması durumunda tarımsal yapı ve ilişkilerde köklü dönüşümler
yaratacaktır.
Özelleştirme politikaları,
hükumet çevreleri, basın-yayın araçları, akademi ve diğer kamuoyu oluşturma
odakları tarafından ideolojik bir norm haline getirilerek Türkiye toplumuna
dayatılmaktadır. Başbakan Çiller'in, "özelleştirmede dünya rekoru
kıracağız" sözleriyle de ifadesini bulan bu dayatma özelleştirmeden köklü
biçimde etkilenecek toplumsal kesimlerin demokratik tartışma olanaklarını yok
etmektedir.
İktidara gelebilmenin
özelleştirme konusunda kararlı olmaya endeksli hale geldiği ülkemizde tartışma;
bütçe açıkları, KİT zararları ya da yüksek ücret maliyetleri gibi kavramlar
çerçevesine sıkıştırılmaya çalışılmakta ve tüm toplumsal kesimlerin çıkarına
bir politika gibi sunulmaktadır. Yukarıdaki gerekçeler konusunda öne sürülen verilerin
ciddiyeti bir yana, özelleştirme politikalarının gerçek nedenleri ve yaratacağı
sonuçların bu dar çerçevede anlaşılabilmesi mümkün değildir.
Özelleştirme
politikalarının amacı, bütçe açıklarını kapatmak, enflasyonu düşürmek, rasyonel
bir üretim ve istihdam şişkinliğini gidermek gibi ulusal ekonomik hedefler
olarak sunulsa da bu politikaların hedefi sanayi, hizmetler ve tarımsal üretim
alanlarını kapitalist dünya sisteminin yeni ihtiyaçlarına uygun biçimde yeniden
örgütlemektir.
Bu metinde özelleştirme
politikalarının gerçek kapsam ve içerikleri iki temel eksende incelenmeye
çalışıldı. Birinci bölümde kapitalist dünya sisteminin yaşadığı kriz ve
sermayenin krizden yeniden yapılanarak çıkma politikaları, bu politikaların
gündeme gelme biçimleri tartışılacak. İkinci bölüm ise tarıma yönelik
özelleştirme politikalarını, Türkiye tarımının tarihsel gelişimi içinde
tartışmayı amaçlıyor. Tarıma yönelik alternatif politika tartışmaları
ihtiyacının arttığı günümüz koşullarında bu çalışma tartışmaları zenginleştirici
bazı ipuçları sunmayı hedeflemektedir.
I. BÖLÜM
ÖZELLEŞTİRME, KRİZ VE TARIMDAKİ YENİ EĞİLİMLER
1980'li yıllardan bu yana,
dünyanın yetmişten fazla ülkesi serbest piyasa tartışmaları ve özelleştirme programlarının
etkisi altında bulunuyor. Bu ülkelerdeki yeni-sağ ya da sosyal demokrat
hükumetler tarafından bütçe açıkları, enflasyon, aşırı istihdam gibi sorunlar
karşısında, "ekonominin yeniden yapılandırılması" yönünde radikal bir
araç olarak savunulan özelleştirme ve devleti küçültme programları, bugün
sadece uluslararası bir politika olmanın ötesinde tarihsel bir deneyim halini
de almış bulunuyor. Özelleştirme programlarının ülkemiz sınai ve tarımsal
yapıları açısından hızlı gündeme geldiği günümüzde, bu tarihsel deneyim
özelleştirme politikalarının nasıl bir çerçevede değerlendirilmesi gerektiği
konusunda gerçek bir yol gösterici niteliğini de taşıyor.
Özelleştirme ve devlet
harcamalarını kısma programları, başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa
ülkesiyle ABD ve Japonya üzerinde köklü etkilerde bulundu. Ancak özelleştirme
programlarından en fazla etkilenen iki ülke kategorisinin azgelişmiş ülkelerle
eski sosyalist blok ülkeleri oldukları gözlenmektedir. Birçok gelişmiş ülkedeki
kamu işletmeciliğinin, ağırlık ve ekonomik faaliyetler toplamı içindeki oran
bakımından azgelişmiş ülkeler ortalamasının üzerinde olmasına karşın bu
ülkelerde yürütülen özelleştirme programlarının azgelişmiş ülkelerle kıyasla
daha dar tutulduğu gözlenmektedir. Diğer yandan özelleştirme, azgelişmiş
ülkeler açısından dünya ekonomisine dâhil olabilmenin başlıca şartı haline
getirilmiş, uluslararası bir norm olarak bu ülkelere dayatılmıştır.
Dayatmanın boyutları son
derece kapsamlıdır: 1980-84 yılları arasında IMF tarafından finanse edilen 94
azgelişmiş ülke istikrar programının % 74'ünde özelleştirme gündeme getirilmiş
ve 1986-88 arasında yapısal uyum programından yararlanan 25 ülkeye özelleştirme
şart koşulmuştur. Dünya Bankası tarafından finanse edilen 30 projede de kamu
işletmelerinin özelleştirilmesi koşulu bulunmaktadır.
Özelleştirme
programlarının bir başka önemli özelliği, gelişmiş ülkelerde özelleştirme
yapılan sektörlerin daha dar tutulması ve birçok sektörde, özellikle de tarımda
devlet sübvansiyonlarının varlığını sürdürmesidir. Azgelişmiş ülkelerdeki durum
ise daha farklıdır. Bu ülkelerde hiçbir sektör özelleştirme programı dışında
tutulmazken, özellikle tarım sektörü bu ülkelerde yürütülen özelleştirme programlarının
başlıca hedefi durumundadır. Azgelişmiş ülkelerde yapılan özelleştirmeler temel
sanayiler, bankalar, iletişim, ulaşım, enerji, çimento, turizm sektörlerinin yanı
sıra ağırlıkla tarımsal işletmeler, ürün alım ve destekleme kurumlarıyla yem,
gübre ve gıda sanayi gibi tarımla ilgili alanlarda yoğunlaşmaktadır.
Uluslararası bir politika
olan özelleştirmenin ağırlıkla azgelişmiş ülkelerde yürürlüğe sokulmasının en
önemli nedeni bu ülkelerin kapitalist dünya sistemiyle kurdukları ilişkinin
değiştirilmesi yönündeki eğilimdir. Kapitalist dünya sistemi 1960'lı yılların
sonlarından beri ağır ve derin bir bunalım içinde bulunuyor. Bunalım 70'li
yıllarla birlikte zirveye ulaşmış ve kapitalist dünya sisteminin, bunalım
karşısındaki çözüm arayışlarıyla birlikte, 80'li yıllar boyunca bir yeniden
yapılanma sürecine dönüşmüştür. Bu yeniden yapılanma sürecinin önemli bir
unsuru, 2. Dünya savaşı sonrasında oluşan uluslararası işbölümünde köklü
değişimler yaşanmasına paralel olarak azgelişmiş ülkelerin dünya işbölümündeki
konumlarının da değiştirilmesidir. Özelleştirme, azgelişmiş ülkelerin
kapitalist dünya sistemindeki konumlarını değiştirme yönünde gündeme getirilmiş
en kapsamlı araçlardan birisi durumundadır.
Azgelişmiş ülkelerdeki
özelleştirmelerin sanayi ve hizmetlerin yanı sıra tarımsal işletmeler ve
tarımla ilgili sanayi dallarında yoğunlaşması, dünya ekonomisinin içinde
bulunduğu krize paralel olarak dünya tarımında yaşanan eğilimlerin yönelimi
konusunda önemli ipuçları sunmaktadır. Birçok azgelişmiş ülkede sömürgecilik
dönemi sonrasındaki bağımsızlık yıllarında oluşturulmuş olan tarımsal devlet
kurumlarının tasfiyesi anlamına gelen tarımsal özelleştirmeler, tek tek
işletmelerin el değiştirmesinin çok ötesine uzanan sonuçlar yaratma
kapasitesine sahiptir. Kapitalist dünya sistemi yaklaşık 20 yıldır süregelen
krizden yeniden yapılanarak çıkmaya çalışırken uluslararası tarım ve gıda sistemini
de bu yeni yapılanmanın koşullarına paralel biçimde örgütleme çabası içindedir.
Bünyesinde çeşitli çatışma ve bunalımları barındıran bu sürecin en önemli
parçalarından birisi, azgelişmiş ülkelerdeki tarımsal kamu işletmelerini ve
devlet kurumlarını tasfiyeyi hedefleyen tarımsal özelleştirme programlarıdır.
ÖZELLEŞTİRME VE YENİDEN YAPILANMA POLİTİKALARI
Dünya ekonomisinde yaşanan
krizin derinleştiği 80'li yıllarla birlikte, dünyanın birçok ülkesi serbest
piyasa ve özelleştirme programlarının uygulama alanı haline geldi. Avrupa'da
İngiliz muhafazakâr ve Fransız sosyal demokrat hükumetlerinde en kararlı
uygulayıcılarını bulan özelleştirme programı, 80'lerden sonra ABD, Japonya ve
çeşitli azgelişmiş ülke ekonomilerinin yeniden yapılandırılmasında belirleyici
bir role sahip oldu.
Bu yeniden yapılandırma
sürecinde çeşitli biçimler altında yürütülen özelleştirmelerin ortak
özellikleri, yerel ve uluslararası ekonomide, sermayenin ve özellikle de
tekelci sermayenin doğrudan denetimine tabi piyasa alanlarının genişletilmesi
hedefi oldu. "Özelleştirme", sermayenin denetimine tabi piyasa
alanlarının genişletilmesini amaçlayan bir dizi politikayı tanımlayan bir
terimdir ve kamu işletmelerinin doğrudan satışı yöntemi, çeşitli özelleştirme
biçimlerinden bir tanesidir. Tarımsal özelleştirme programları açısından
özellikle önemli olan ve bir kısmı "gizli özelleştirme" olarak da
nitelendirilebilecek olan çeşitli özelleştirme biçimleri, kamuya ait
işletmelerin doğrudan satışını olanaklı kılacak koşulları da yaratmışlardır. Bu
yöntemler kabaca aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir:
¾ Daha
önce devlet tarafından sunulan belirli kamu hizmetlerinin sınırlandırılması,
iptal edilmesi ya da özel sektöre devredilmesi; (arsa ofisi, imar büroları,
elektrik dağıtımı gibi)
¾Özel
sektör tarafından kullanılacak kaynak miktarını artırmak için kamu kurumlarına
ayrılan mali kaynakların kısıtlanması; (KİT'lere bütçe kaynaklarının
verilmemesi, fon kullanımı gibi)
¾ Kamu
mal ve hizmetlerinden yararlanan tüketicilerin ödemek zorunda oldukları bedellerin
yükseltilmesi; (80 sonrası KİT fiyat politikası, belediye hizmet fiyat
politikası, paralı eğitim gibi)
¾ Özel
sektörün kamu işletmeleri içindeki ağırlıklarının artırılmasına yönelik
teşviklerin yükseltilmesi ve işletmelerde kamuya ait hisselerin azaltılması; (
Tamek ve Tat'ın hisselerinin satışı vb.)
¾ Kamu
ve özel (çoğunlukla da yabancı) sektör tarafından gerçekleştirilecek ortak
yatırım projelerinin teşvik edilmesi; yap-işlet-devret modeli gibi)
¾ Önceden
kamu kurumlarına ait olan politik karar alma hakkının özel sektöre
devredilmesi; (Ekonomik-sosyal konsey)
¾ Kamuya
ait eğitim, sağlık gibi sorumlulukların özel sektör tarafından finansmanı ve
yürütülmesinin teşvik edilmesi; (Özel okul ve hastanelerin teşviki)
¾ Kamuya
ait işletmelerde özel sektördekine benzer etkinlik ve verimlilik artırıcı
tekniklerin uygulanması; (TTK’nin mevcut durunu)
¾Liberalleştirmeler
ve kurumlar üzerindeki sınırlandırmaların iptali yoluyla, özel sektörün kamuyla
rekabet olanaklarının artırılması; (Çay, şeker, tekel vb.)
¾Kamu
hizmetlerinin gerçekleştirilmesinde ihale açma ve taşeron şirket kullanma
yöntemlerinin yaygınlaştırılması;(Belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi,
temizlik)
¾ Kamu
işletmelerine ait arazi ve binaların satılması; (Sümerbank)
¾Kamu
tarafından üretilen çeşitli mal ve hizmetlerin miktarında kısıtlamalar
yapılarak, bu ürünlere yönelik talebin ithalat yoluyla karşılanması; (Kömür,
sigara ithalatı vb.)
Özelleştirme yanlılarının
temel savı, kamuya ait işletmelerin özel sektöre devredilmesi ve devlet
tarafından yönlendirilen politika oluşturma mekanizmalarının etki alanlarının
sınırlandırılmasıyla birlikte, ekonominin hem yerel hem de uluslararası düzeyde
etkin ve verimli bir işleyişe kavuşacağıdır. Programı yürüten politik
çevrelerin temel iddiası, bu programların devletin ekonomiye müdahalesini
azaltarak bütçe açıkları, enflasyon gibi belirli makroekonomik dengeleri
düzeltmeyi hedeflediğidir.
Ancak gerek azgelişmiş
gerek gelişmiş ülkelerin 1980'lerden beri yaşadıkları özelleştirme deneyimleri,
özelleştirme programlarının temel hedefinin devletin ekonomiye müdahalesinin
sona erdirilmesi değil, müdahalenin biçiminde köklü değişimler yapılması
olduğunu göstermektedir.
Özelleştirme ve serbest
piyasa programları, kapitalist dünya sisteminin yaşadığı bunalımın belirli bir
tarzda çözümlenmesini hedefleyen politik programlardır ve bu programların
yürütülmesi, devletin toplumsal ve ekonomik yaşama yeni bir tarzda müdahalesini
gerekli kılmaktadır.
NEDEN YENİ BİR MÜDAHALE TARZI?
1945-70 yılları arasındaki
uluslararası konjonktürde devletin ekonomiye ve toplumsal yaşama müdahale tarzı
korumacılık, kamu harcamaları ve doğrudan ekonomik faaliyetlerin boyutlarının
artırılması ve sermayeye sağlanan teşvik, ucuz hammadde-girdi avantajları
üzerinde yükseliyordu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde "refah devleti",
azgelişmiş ülkelerde ise "devletçilik" biçimini alan bu müdahale
tarzı kamu mülkiyetinin sınırlarını olağanüstü artırdı. Bu olağanüstü kamu
varlığı, 1930'lardaki büyük bunalım ve ikinci dünya savaşı sonrasında harabeye
dönen gelişmiş ülke ekonomilerine yeni bir emperyalist atılım açısından gerekli
koşulları yaratırken, bu ülkelerin egemenlik alanlarını oluşturan azgelişmiş
ülkelerde de kapitalistleşmenin temel motoru oldu.
Türkiye'nin de aralarında
bulunduğu birçok ülkede kapitalistleşme sürecinin gerçekleştirildiği ithal
ikameci dönem bu tarz bir devlet müdahalesiyle şekillendi. Bu dönemde
sermayenin uluslararası düzeyde geçerli olan bütünleşme tarzı, yoğun devlet
desteği altında gelişen yerel sermayelerin uluslararası kapitalist sistemle
doğrudan yabancı yatırımlar kanalıyla bütünleşmesi oldu. Yüzyıl başındaki
klasik sömürge sisteminin parçalanması sonrasında yaşanan bu konjonktürde,
gelişmiş kapitalist ülke sermayelerinin azgelişmiş ülkelerdeki yatırım
alanlarında da önemli değişimler gözlendi. Önceden, tarımsal ve sınai hammadde
kaynakları üzerinde yoğunlaşan doğrudan yabancı yatırımlar bu kez imalat
sanayilerine yöneltildi. 1950-84 yılları arasında sadece ABD'nin azgelişmiş
ülkeler imalat sektörüne yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar yüzde 15'den yüzde
37'ye çıkarak iki kat arttı, aynı dönemde maden ve petrol çıkarımına ayrılan
pay yüzde 40'ın altına düştü. Bu gelişmeyle birlikte azgelişmiş ülkelerin
devlet desteğiyle güçlendirilmiş iç pazarlarında yerli ve yabancı sermaye
gruplarının ortaklaşa gerçekleştirdikleri yatırımlar, ikinci dünya savaşı
sonrasının uluslararası düzeyde temel sömürü biçimi halini aldı.
1970'lerde yaşanan
ekonomik kriz, işte bu uluslararası sistemin kriziydi. İkinci dünya savaşı
sonrasındaki devlet müdahalesi biçiminin tekeller açısından yarattığı en önemli
sonuç sermayenin uluslararasılaşma eğiliminin olağanüstü artması oldu. Uluslararasılaşma eğiliminin boyutlarını
sergileyen önemli bir gösterge dünyadaki doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının
çıkış merkezlerinin büyük oranda daralmasıdır. Son yıllarda yapılan
araştırmalara göre dünyadaki tüm doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yüzde
80'i 500 çokuluslu şirket tarafından gerçekleştirilmektedir.
1945-70 arası dönemde
yoğun devlet desteğiyle de giderek güçlenen ve çokuluslu şirketler şemsiyesi
altında örgütlenen uluslararası sermaye, bu gelişmelerle birlikte eski sistemin
çerçevesine sığmamaya ve yoğunlaşan tekelci rekabetin düşürdüğü karlılığı
mevcut sistem içinde dengeleyememeye başladı. Kapitalist dünya sisteminin krizden
yeniden yapılanarak çıkışını amaçlayan bir dizi politika sistemin tüm işleyiş
mekanizmalarının felç olduğu bir tarihsel dönemde "serbest piyasa
özgürlüğü" şemsiyesi altında yürürlüğe sokuldu ve bu yeni tarihsel dönemde
devlet müdahalesinin biçimlerinde de köklü değişimler egemen hale geldi.
YENİDEN YAPILANMA NEYİ HEDEFLİYOR?
1930'lu yıllardaki dünya
bunalımın da emperyalist ülkelerin göreli olarak ulusal çerçevelere çekilmeler
ile birlikte sermayeye lehine kullanılmak üzere iç ve dış kaynaklar yaratmayı, piyasa koşullarını ve talebi oluşturmayı
devlete üstlendi. Devletin ekonomiye aktif müdahalesinin biçimi işgücünün
yeniden üretiminin bir kısmını üstlenerek (sosyal hizmetler) ve sermayenin
giremediği alanlara yaptığı yatırımlardan kaynak aktararak gerçekleşti. Bu aynı
zamanda devleti istihdam yeri ve satın alma koşullarını oluşturan yaptı.
Böylece devlet eliyle Pazar ilişkileri yaygınlaştırılıp, metalaşma sağlanırken,
devletin denetimindeki alan ve sektörlerde genişledi. Sermaye birikiminin
artması sonucu bu alan ve sektörler sermayenin yayılmasının, metalaşmanın
derinleşmesinin önünde engel teşkil etmeye başladılar. Özelleştirmeler bu alan
ve sektörlerin sermayenin doğrudan egemenliğine bırakılmasını hedeflemektedir. Sermaye
yeni alanlara /sektörlere yayılırken kendini de yeniden yapılandırıyor
Sermaye yeni teknolojili
belli merkezler etrafında taşeron firmalar aracılığıyla üretim sürecini yeniden
organize ediyor. "Esnek uzmanlaşma" da denilen bu yeni organizasyonda
fason üretim ve taşeronlaştırma ön plana çıkıyor. Burjuvazi, fabrikayı küçülterek, kendisi
üretim planlaması ve organizasyonu dışında hayati bir kaç parçanın üretilmesi
ve montajla yetinmektedir. Diğer parçaları taşeronlara fason olarak
yaptırılmaktadır. Bunun için parçalar atölyeye dönüştürülen evlerde, küçük
atölyelerde üretilmektedir. İstenen standart, kalite ve fiyatta üretemeyenlerin
yerine yeni atölyeler bulunmaktadır. Toyota 300 000 küçük firmaya ürettirdiği
çeşitli parçaları 200 firma ile toplamakta,
Beko aynı modele göre kendisini yeniden organize etmektedir.
Bu yeniden organizasyon ile
aynı zamanda, fabrika içi bölümlemeler kaldırılmakta, az sayıda ve yetiştirilmiş
işçilerin her biri birkaç işi yapabilmektedir. Bu yetiştirilmiş çekirdek bir
işgücünün düzenli olarak istihdamı ile birlikte niteliksiz büyük miktarda
işgücünün düzensiz olarak istihdamını getirmektedir.
Sermayenin bu şekilde
yeniden yapılanması devletin müdahale tarzını da değiştirmektedir. 1930'lardan
itibaren oluşturulan kamusal alanlar özelleştirmelerle sermayeye devredilirken
devlet sermayenin ihtiyaçlarına göre yeni
"kamusal alanlar" oluşturmaktadır. Yeni "kamusal
alanlar" eskisinden nitelik olarak farklıdır. Tasfiye edilmekte olan
kamusal alanlar devletin bizzat kendisinin oluşturduğu alanlardı. Yeni
oluşturulmakta olan "kamusal alanlar" İse devletin oluşturulmasına
bizzat katılmadığı ama oluşturulmasının koşullarını hazırladığı ve tüm
olanaklarını oluşturulması için seferber ettiği alanlardır. Yeni "kamusal
alanları" devletin hazırladığı koşullar üzerinden, devletin olanaklarıyla
sermaye oluşturmaktadır.
¾ Kurduğu
/ kurdurttuğu fabrika ve devlet dairelerinde işçi/memur istihdamı yerine; Küçük
ve orta boy işletmeleri (KOBİ) destekleyerek,
insanları taşeronlaştırıp fason üretime sevk etmektedir. Bu KOBİ’leri
şebeke halinde organize ederek bunları sermayenin doğrudan denetimine
sokmaktadır.
¾Bölgesel
kalkınma projeleri ile Sermayenin istediği koşullarda yerleşeceği ve gelişeceği
bölgeler oluşturmaktadır. İtalya'nın
Emille- Romagne, Almanya'nın Badeen-Wortanberg, Japonya'nın Sakaki bölgeleri
bunların başlıca örneklerindendir.
¾ İşgücünü
genel ve eşit bir eğitimden geçirme yerine, sermayenin özel ihtiyaçlarına göre
eğitilmesini sağlayacak özel ve farklılaşmış okulları teşvik etmektedir. Eğitimin faaliyetin sürekli bir parçası
haline geldiği günümüzde, bunu karşılayacak programları ve koşulları
hazırlamaktadır.
¾Bilginin
hızla üretilmesi ve ulaşılması ihtiyacının arttığı günümüzde bilgi üretme
merkezlerini desteklemekte ve bilgi akışını hızlandıracak koşulları oluşturmaktadır.
¾ Uluslararası
sermayenin istediği koşullarda piyasayı düzenlemekte ve uluslararası maliyet
ile kalitede üretim için gerekli olanakları oluşturmaktadır.
Özelleştirme
programlarının başlıca ideolojik motifini oluşturan "serbest piyasa
özgürlüğü" uluslararası sermayenin tüm ülkelerin hem tüketici hem de emek
pazarlarını serbestçe düzenleyebilmesi özgürlüğü demektir. Bu özgürlük, devlet müdahalesinin
de, sermayenin tüm kamusal denetim mekanizmaları dışına çıkabilmesini
sağlayacak biçimde yeniden belirlenmesi anlamına gelmektedir.
Uluslararası sermayenin
tüm dünyadaki tüketici ve emek pazarlarını serbestçe düzenleyebilme olasılığını
gerçekleştirmesi tüm dünyanın tek bir ünite halinde örgütlenebilmesini gerekli
kılmaktadır. Tüm dünya ekonomisinin bu şekilde yeniden örgütlenmesinin temel
koşulları ise şunlardır:
¾Sermayenin
dünyanın her yerinde yapacağı her çeşit yatırım için aynı elverişli koşulların
sağlanması, dünyanın bütün bölgelerindeki yatırım ve sömürü olanaklarının
birbirlerine yakınlaştırılması,
¾Üretim
teknikleri ve tüketim kalıplarının dünya çapında standardizasyonu, yeni
ürünlerin de uluslararasılaşma sürecine dâhil edilmesi,
¾ Pazarların
ulusal sınırların ötesinde homojen hale getirilmesi.
Bu yeni koşullar
sermayenin coğrafi ve sektörel hareket serbestisi önündeki tüm engellerin
kaldırılmasını, mevcut pazarların yeni ürünlerle çeşitlendirilmesi
olanaklarının genişletilmesini ve çalışma saatlerinin artırılması, ücretlerin
düşürülmesi, yeni teknolojilerle emek sömürüsünün yoğunlaştırılmasını gerekli kılmaktadır.
Özelleştirme ve serbest piyasa programlarının en temel hedefleri de sermayenin
bu yeni ihtiyaçlarına uygun yerel ve uluslararası koşulların yaratılmasıdır.
Özelleştirme sermayenin bu
yeniden yapılanma ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyen bir koçbaşı özelliğini
taşımaktadır. Sermayenin dünya ekonomisini tek bir ünite şeklinde örgütleme
ihtiyacının en önemli sonucu önceden devlet tarafından yürütülen kamu
hizmetlerinin özelleştirilmesidir. Bankacılık, sigortacılık, turizm,
müşavirlik, enerji dağıtımı, iletişim gibi hizmet alanlarının özelleştirilmesi
bu alanların çokuluslu şirketlerin denetiminde işleyen uluslararası ekonomik
faaliyetler olarak örgütlenmesini hedeflemektedir. Sermayenin yeniden yapılanma
sürecinde temel hedeflerinden birisi olan yeni alanların metalaştırılması
eğiliminin en çarpıcı biçimde gözlendiği alanlardan birisi kamusal hizmetlerin
özelleştirilmesidir.
Hizmetler alanı dışındaki
sınai işletmelerin özelleştirilmesi de, çeşitli imalat sanayi sektörlerinin
dünya çapında tek bir ünitenin parçaları olarak yeniden örgütlenebilmesini
mümkün hale getirmektedir. 1980'lerle birlikte dünyada egemen hale yeni uluslararası
işbölümü tek bir sanayinin çeşitli parçalarının değişik ülkelere dağıtılması
üzerinden gelişmektedir. Esnek uzmanlaşma adı da verilen bu yeni işbölümü
çeşitli imalat sanayi dallarının teknoloji yoğun bölümlerinin gelişmiş, emek
yoğun bölümlerinin ise azgelişmiş ülkelerde gerçekleştirilmesi yöntemine
dayanmaktadır. Sermayenin bütün üretim alanlarını ve ürünleri bu yöntemle doğrudan
denetim altına alma eğiliminin en önemli sonuçlarından birisi, önceden devlet
tarafından yürütülen imalat sanayi kollarının bu tarz bir işbölümü uyarınca
parçalanarak satılmasıdır. Özellikle azgelişmiş ülkelerde yapılan birçok
özelleştirmede, parçalanarak satılan üretim birimleri çokuluslu şirketlerin
yerel şubeleri haline dönüşmüşlerdir.
Dünya ekonomisinin
uluslararası sermayenin krizden çıkışına elverişli bir tarzda yeniden
örgütlenmesi, dünyanın çeşitli parçalarındaki emekçilerin çalışma saatleri, ücretler,
sendikal "haklar gibi kazanımlarının da yok edilmesini ve işgücünün
sermaye açısından yeterince esnek koşullarda istihdam edilmesinin olanaklı hale
getirilmesidir. Özelleştirme, eski istihdam normlarını ve kazanılmış hakları
dağıtmak bakımından da önemli bir rol üstlenmektedir. Sendikaları emek
pazarında tekel ve haksız rekabet yaratmakla suçlayan serbest piyasa yanlıları,
özelleştirilen şirketlerde sendikalaşmanın engellenmesi, toplu sözleşmelerin
kapsam ve yararlananlar açısından daraltılması, bireysel sözleşmeler ve
verimliliğe bağlı ücret sistemlerinin yerleştirilmesinde özelleştirme
programlarını birer silah olarak kullanmaktadırlar. Bu anlamda özelleştirme
emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarına yöneltilmiş uluslararası bir saldırı
niteliğini taşımaktadır.
TARIMSAL ÖZELLEŞTİRME PROGRAMLARI VE TARIMIN YENİ EĞİLİMLERİ
Yaklaşık bir yüzyıl önce
temeli atılan tarımsal destekleme programları ikinci dünya savaşının ardından
istikrarlı kurallara bağlanmış ve bu kurallar 1970'lerin sonlarına dek dünya
gıda sistemini düzenleyen normlar olarak işlemişlerdir. 1940-1980 arasında
egemenliğini sürdüren bu normların özünü ulusal tarım politikaları
yürütülmesini olanaklı kılan ithalat denetimleriyle üretim ve ihracat
teşvikleri oluşturuyordu. Gelişmiş ülke ekonomilerinin yüksek korumacılık ve teşvik
sistemleri temelinde örgütlendiği bu koşullarda, azgelişmiş ülkelerdeki tarım
stratejileri de dünya gıda piyasalarının sınırları tarafından belirlendi.
Özünde ABD'nin kendi ulusal tarım faaliyetlerine yönelik olarak uyguladığı
korumacılık önlemlerinin diğer ülkeler tarafından da benimsenmesi ve
uyarlanmasına dayalı bu uluslararası sistemin temel özelliği dünya tarım
piyasalarında kronik ürün fazlaları yaratılmasıydı. Kronik ürün fazlalarını
besleyen bir başka olgu teknolojik gelişmeler ve gelişmiş ülke tarımsal
faaliyetlerinin giderek sanayileşmesiydi.
Tarımsal üreticilere
yönelik sübvansiyonlarla yaratılan bu kronik ürün fazlalarının dış piyasalarda
elden çıkarılması, ürün fazlasını elinde bulunduran ülkenin (özellikle ABD'nin)
tüm bir uluslararası ekonomik ilişkiler ve faaliyetlerde sağladığı denetimi
pekiştiren bir unsur olarak kullanılıyordu.
Dünya ekonomisinin
1970'lerde yaşadığı petrol krizi, uluslararası para sisteminin çökmesi ve buna
bağlı olarak krizin genelleşmesi olgularıyla birlikte, özellikle ürün
fazlalarının dış pazarlarda eritilmesine dayalı eski politikalar, uluslararası
ekonomik faaliyetler alanında istikrar ve güç ilişkilerinin yeniden tesisi
açısından geçersiz hale geldiler. Örneğin 1980'lerde ABD çiftçilerinin elinde
biriken buğday, mısır ve soya tohumu fazlaları, 80'lerin ekonomik kriz
koşullarında dünya piyasalarında kolayca eritilemediği gibi, giderek düşen
fiyatların yeterince sübvanse edilememesinin yarattığı tarla borçları, 1930
ekonomik bunalımında yaşanana yakın sayıda çiftçinin iflasına yol açtı.
1940'lar sonrasında
oluşturulan ulusal tarım destekleme programları üzerinde yükselen dünya gıda
sistemini çökerten bir başka unsur ise Japonya ile Brezilya, Hindistan,
Arjantin ve Şili gibi "yeni tarım ülkeleri" arasında yapılan ve GATT
görüşmelerine de yansıyan stratejik ittifak oldu. Japonya'nın temel stratejisi
minimum yatırım düzeyiyle maksimum tarımsal üründen yararlanmak olarak
belirirken, "yeni tarım ülkeleri"nin hızla büyüyen uluslararası gıda
sanayileriyle ticaret bağlarını geliştirmek bu amaca en uygun yöntem olarak
şekillendi. Dış borçlarının geri ödenmesini güvenceye almak üzere temel
sosyo-politik dönüşümlere zorlanan "yeni tarım ülkeleri" destekleme
programlarının eksenini tarımsal üretimden agro-sanayiye kaydırdılar ve
ihracatlarını artırdılar. Bu ülkelerdeki yerel yoksulluk oranlarını olağanüstü
yükselten yeni stratejinin yol açtığı temel sonuç eski sistemde avantajın ürün
fazlasını ihraç eden ülkelerde olmasına karşın yeni sistemde avantajın ürün
ithalatçılarına geçmesi ve tarımsal faaliyetlerin liberalizasyonu yönündeki
baskıların artması oldu.
Ulusal tarımın korunması
ve tarımsal üreticilere yönelik destek programlarının yürütülmesini
geçersizleştiren bir başka olgu, sermayenin hareket yeteneğinin artmasına
paralel olarak artan doğrudan yatırımlar aracılığıyla Avrupa ve ABD'yi kapsayan
bir Atlantik agro-gıda ekonomisinin oluşması oldu. Atlantik agro-gıda sanayinin
işleyiş kuralları özellikle eski Avrupa sömürgelerinin tarımsal yapılarının bu
sistem içinde oynayacağı temel rolleri de belirledi.
Tarım politikalarının
düzenlenmesine yönelik uluslararası tartışma ve çelişkiler ağırlıkla GATT
görüşmelerinde yoğunlaşmakta ve görüşmelerin Uruguay Round'u olarak
adlandırılan bölümü bloklar arası çelişkiler yüzünden kilitlenmektedir. Tarıma
yönelik yeni politikalarda temel tartışma
"devlet müdahalesi" ya da "serbest ticaret"
sistemlerinden hangisinin belirleneceği üzerinde değil hangi yeni müdahale
tarzlarının benimseneceği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Uluslararası ekonomik
ilişkilerdeki temel kilitlenmenin tarım alanında gerçekleşmesinin en önemli
nedeni bu alandaki faaliyetlerin kazandığı uluslararası nitelikle bu alana yön
veren ulusal düzenlemeler arasındaki çelişkinin diğer ekonomik faaliyet alanlarında
görülmedik biçimde çelişkili hale gelmesidir.
Uluslararası ekonomik
ilişkilerin bugünkü boyutunda, tarımsal faaliyetler ve gıda sanayileri
üzerindeki yeni kuralların oluşturulmasını yönlendiren temel aktör agro-gıda
tekelleridir. Agro- gıda tekelleri, yatırım, hammadde akışı ve pazarlama
açısından istikrarlı bir üretim ve tüketim sistemi oluşturulmasını
hedeflemektedirler. Böyle bir sistemin oluşturulması sadece ticaret ve yatırım
alanında değil, biyo-teknoloji, genetik kaynakların kullanımı, gıda
standartlarının oluşturulması ve bunlara eşlik eden bilgi kaynaklarının da
uygun biçimde denetlenmesini gerektirmektedir.
Uluslararası tekeller
gübre, ilaç, tohum gibi temel girdilerdeki üstünlüklerini Bio-teknoloji ile
birleştirerek Yeni bir egemenlik Tarzını tarımda dayatmaktadırlar. Yeni
egemenlik tarzı Gıda sanayi temelinde şekillendirilmektedir.
"Yeni biyoteknoloji
sağlık hizmetleri, tıbbı tanı, su arıtma ve veterinerlik uygulamaları ile tarım
ve ormancılık, gıda sanayii ve madencilik alanlarında bir dizi yeni ürün ve
işleme başlanmıştır. Gelecekte yeni uygulamaların kimyasal ürün ve işlemelerle
ve belki de, biyoçiplerin gerçekleşmesi durumunda, mikro-elektroniğe kadar
uzanabileceği öngörülmektedir... OECD raporu (1989) biyoteknolojinin önümüzdeki
yüzyılın ikinci veya üçüncü on yılında yeni yatırımların ve ekonomideki
büyümenin itici gücü olabileceği" sonucuna varmaktadır.
Üretim sürecinde
Bio-Genetik teknolojilerin rolünün artması ile birlikte bazı tarımsal
faaliyetler de bilgi ve teknoloji yoğun hale gelirken tarım da üretim sürecinin
sürekliliğinin sağlanması ve doğa koşullarına bağımlılığın azalması ve/ veya
sona ermesi ile standartlaşma, mekanizasyon ve otomasyonu arttırarak tarımsal
işletmelere sınai işletmelerin özellikleri kazandırılmaktadır.
Bağımlılaştırılmış ülkelerin tarımını da kendi ihtiyacına göre üretime
zorlamanın yanında sanayiden daha çok girdi alan ve ona daha çok girdi veren
bir alan haline getirmektedir.
Uluslararası sermaye
hububattan nişasta, nişastadan ilaç hammaddesi, benzin elde edilmesi gibi
Bio-genetik alanlarla "tarımsal hammaddeleri katma değeri yüksek sanayi
ürünlerine dönüşümü sağlayacak teknolojilerle tarıma dayalı yeni bir sanayi
hamlesi" yapmaktadır. Hem petrol türevlerini ikame eden hem de yenilebilir
bir madde olan "biomas'ın" hammaddesi olan tahıl gibi tarım
ürünlerinden kendileri uzmanlaşmaktadırlar.
Gen teknolojisinde
sağlanan gelişmelerle birlikte petrokimya sanayi tarımda 1990'ların yıldızı
olmaya adaydır. Bu şirketler tarafından üretilen özel kimyasal gübreler özel hibrit
tohumlarla üretilen bitki türleri dışındaki tüm bitkileri öldürmektedir.
Hibrit tohum üretimi ise
yeni bir uluslararası metanın oluşturulması demektir. Saklanamayan ve sadece
piyasadan alınabilen hibrit tohumların önemi, tarımda artan miktarda kimyasal
gübre ve teknik donanım kullanılmasıyla artmakta ve tarımsal ekonomilerin dünya
çapında yeniden yapılanmasına ve ABD-Avrupa tohum sanayilerinin dünya tohum
piyasalarındaki egemenliğinin pekiştirilmesi anlamına gelmektedir.
Tohum sanayinin başlıca
stratejisi tohumluk satışlarını mümkün olduğu kadar petrokimya sanayi
ürünleriyle bir arada satmak yönündedir. Bu şirketler tarafından sunulan yüksek
verimli tohumlar aynı zamanda daha yüksek ilaç, gübre kullanımı
gerektirmektedir.
Tohum sanayi son yıllarda
gıda zinciri içinde en hızlı büyüyen ve en yüksek karlılık getiren sektördür.
Son yıllarda petro kimya şirketleri de tohum piyasalarındaki hızlı büyümeyi fark
etmiş ve 1970'lerden bu yana dünyanın her yerindeki yüzlerce biyo-genetik
mühendislik şirketini satın almaya başlamışlardır. Böylece petro kimya devi
Sandoz birkaç yıl içinde dünyanın en büyük tohum şirketlerinden birisi haline
gelirken, yine petro kimya devi Ciba-Geigy, petrol devi Shell, Alman petro
kimya şirketi Hoechst tohum sanayindeki en büyük çokuluslu şirketler arasına
girmişlerdir.
Tarımda kullanılan tohum
ve girdilerin denetimi tüm bir gıda sanayinin ve gıda sisteminin, yani hangi
girdilerin kullanılacağının ve girdilerin nerelere satılacağının denetimi
anlamına gelmektedir.
Gıda ve agro-sanayilerin
dünya çapındaki eğilimi de hem yatay hem de dikey bütünleşmedir ve bu da yeni
ekonomik faaliyet alanlarının denetimini sağlamaktadır. Tarımsal faaliyetler
üzerindeki bu tekel denetimi petrokimya sanayinin piyasaya sunduğu yüksek
bağımlılık yaratıcı ilaç, gübre ve tohum paketleriyle daha da arttırılmaktadır.
Bununla birlikte kendi ülkelerinde
doymakta olan gıda pazarlarını bağımlılaştırılan ülkelere genişleterek hâkimiyetlerini
doğrudan kurmaya yönelmişlerdir. Böylece hem hızla kentleşen dünya nüfusunun
her geçen gün daha fazla işlenmiş tarım ürünü talep etmesi sağlanmakta hem de
kendi ülkelerine ucuz işlenmiş gıda maddeleri temin edilmekte. Bunun için ya
bağımlı ülkelerdeki mevcut gıda sanayini almaktalar ya da buralarda yeni
yatırımlar yapmaktalar. Uygulanan en
yaygın strateji ise var olan şirketlerden hisse satın almak ya da bunların yan
şirketlerini satın almaktır.
Ayrıca dünya pazarlarını
ele geçirmek için verilen mücadele bazen iki ÇUŞ'un birlikte iş yapması halini
almasına rağmen kıran kırana geçmesi, tekellerin ucuz, kaliteli ve farklı
ürünlere kolaylıkla ulaşabilmelerini gerektirmektedir. Bu sınırların
engelleyiciliğinin kaldırılması ile birlikte tarıma destekleme ve
sübvansiyonların önce değiştirilmesini sonra kaldırılmasını, üretim deseninin
kendi ihtiyaçlarına göre şekillenmesini istemelerine yol açmaktadır.
Bağımlılaştırılan ülkeler yeni üretim deseni ve temel gıda maddelerinde
uzmanlaşarak[1] uluslararası tekellerin doğrudan hâkimiyetlerine
girmektedirler. Bu ise 1950'lerde ulusal pazar olarak eklemlenen uluslararası
sermayeyle sektörel olarak bütünleşmeyi getirecektir.
Tarıma dayalı sanayiler
dünyanın birçok yerinde hala en önemli imalat sanayi sektörleri arasında
bulunmakta ve bu alanların özelleştirilmesi ve liberalizasyonu tekeller
açısından büyük bir genişleme imkânı sunmaktadır. Üstelik gıda sanayi,
1980'lerde birçok sanayi dalının yaşadığı daralma ve negatif büyümenin tersine
büyüme oranlarının sabitlenebildiği bir sektördür.
Bu özellikleri nedeniyle
gıda sanayi yeni ürün çeşitlenmesi ve araştırma-geliştirme yatırımlarının da
dev boyutlara tırmandığı bir sektör haline gelmiştir. Ancak araştırma
geliştirme harcamalarının ulaştığı dev boyut ve yeni ürünlerin piyasalarca her
zaman kabul edilmemesi istikrarlı bir talebe sahip üretici firmaların çokuluslu
şirketlerce satın alınması eğilimini yükseltmekte, tekellerin piyasa payları
esas olarak bu eğilimce sağlanmaktadır. 1980'lerin başlarından itibaren
özellikle Avrupa ve ABD şirketleri gıda sanayinde büyük çaplı şirket
evliliklerine gitmektedirler; 1988 Ocak ayı ile 1989 Temmuzu arasında sadece
Avrupa'da 400 şirket evliliği gerçekleşmiştir. İngiliz- Hollanda kökenli
Unilever şirketinin 1989 ve 1990 Mayıs'ı arasında tüm dünyada satın aldığı
şirket sayısı 82'dir. Unilever Avrupa yağ üretiminin üçte ikisini ve dondurma
piyasalarını egemenliği altına almıştır. Yoğunlaşmanın yaşandığı diğer
sektörler şeker, buğday, kahve, bira, alkollü içki, bebe maması, donmuş gıda ve
konserve süttür.
Gelişmiş ülke tarımsal
faaliyetlerinin sanayileşmesi ve diğer ulusal tarım yapılarının mekanizasyonla
pazara bağlanması, tarımsal üreticilerin gıda tekellerine tabiiyetini hem alıcı
hem de satıcılar olarak artırdı. Özellikle gelişmiş ülkelerde ürün fiyat
desteklemelerinin çiftçilerin gıda tekellerine bağımlılığını artırıcı biçimde
yürütülmesiyle tarımsal üreticilerin uzmanlaşma yönelimleri hızlandı,
uzmanlaşmanın en önemli göstergesi hayvancılığın tahıl üretiminden koparılması
ve "ikinci tarım devrimi" olarak adlandırılan gelişme sonrasında
ortaya çıkan sermaye-yoğun hibrit tohum ve soya üretimi oldu. Son derece
uzmanlaşmış ve pazara bağımlı hale gelmiş bu tip uluslararası tarımsal
ilişkilerin sürekliliği hem tarımsal girdilerin hem de tarımın yarattığı gıda
sanayi hammaddelerinin üretim ve dağıtımının giderek daha fazla
küreselleşebilmesini gerekli kılıyordu. Dünyanın bir ticaret savaşının eşiğine
geldiği bir ortamda agro-sanayi tekelleri egemenliklerinin kurulmasını sağlayan
eski tip ilişki ve politikaları, küresel entegrasyonun devamı açısından bir
engel ilan ederek ulusal tarım destekleme programlarının iptalini talep etmeye
başladılar.
Özelleştirmenin sermayenin
uluslararası ve sektörel akışkanlığı için yarattığı olanakların en çarpıcı
örneği tarımsal özelleştirmelerdir. Tarımdaki devlet kurumlarının özelleştirilmesi
dünyanın en büyük petrol şirketlerinden Shell için müthiş piyasa olanakları
demektir çünkü Shell aynı zamanda dünyanın en büyük ikinci tohum üreticisi ve
dağıtıcısı durumundadır.
Tarımsal özelleştirmelerin
belli başlı örnekleri şunlardır:
Bangladeş gübre dağıtımı,
Pakistan tarımsal sulama kanalları, Filipinler agro-sanayi ve ulusal gıda
kurumu, pamuk, tütün ve süt ürünleri kurumları, Sri Lanka ve Tayland pirinç ve
tohum sanayi, Mali hububat alım kurumları, Gine tarımsal girdi ve tarımsal
ihracat malı üreten devlet işletmeleri, Nijerya tarımsal ürün alım kurumları,
Senegal gübre dağıtımı, bölgesel tarım işletmeleri ve alım kurumları, Malawi
tarımsal pazarlama kurumları ve tohum üretim kurumları, Şili tarım işletmeleri,
Doğu Karayipler meyve suyu ve muz işleme fabrikaları.
Malawi'deki tohum
üretiminin özelleştirilmesi tarımdaki özelleştirmelerin mantığını sergileyen
önemli bir örnektir. Özelleştirilecek tohum üretim kurumunu almak isteyen iki
şirketten birisi çok ünlü bir Amerikan tahıl dağıtım firması ile yine çok ünlü
ilaç şirketidir. Amerikan firmasının tohum üretiminin özelleştirilmesine
yönelik ilgisi öyle açıklanmaktadır: Cargill isimli Güney Afrika'daki
faaliyetlerini tasfiye etmek zorunda kalmış ve Afrika'da bir başka tohum
üretilebilir ülke aramaktadır. Tohum tüm Afrika ülkeleri için yaşamsal
önemdedir ve bu üretimin en iyi yapılabileceği yer, iklim ve yağış koşulları
nedeniyle Malawi'dir. Üstelik ülke üreticilerinin de hibrit tohum talebinin
yükseldiği anlaşılmıştır.
Çokuluslu tarım
şirketlerinin azgelişmiş ülkelerden kaçırdıkları parasız bitki plazmalarının
müthiş bir kar anlamına geldiği artık bilinmektedir. Örneğin özel bir virüs
türüne bağışıklığı sağlayan bitki genleri Türkiye'den de parasız ithal
edilmekte ve bu durum, Amerikan üreticilerinin 150 milyon dolarlık zararı
önlemesini sağlamaktadır. Bitki plazmalarının azgelişmiş ülkelerden parasız
ithalatı sadece ABD için yılda 66 milyar dolarlık kar ya da tasarruf
sağlamaktadır.
II. BÖLÜM
TARIMSAL ÖZELLEŞTİRMELER VE TÜRKİYE
Türkiye'de sermaye ülke
tarımının yeni uluslararası ilişkiler sistemine dâhil edilmesini talep
etmektedir. Devletin pazardaki özel ilişkilere de müdahale etme işlevinden
pazar ilişkilerinin genel çerçevesini belirleme işlevine geçmesi gerektiğini
ifade eden TOBB, "1920'li yıllarda özel sektör eliyle kalkınmayı yürütmeye
çalışan Türkiye'de, özel sermaye birikiminin yetersizliği nedeniyle devlet bu
eksikliği gidermek üzere iktisadi faaliyetlere girmiştir. 1930'lu yıllarda ihtiyacı karşılamak üzere
kurulan KİT'ler zaman içinde yaygınlaşarak ekonomide çok önemli bir yer
tutmuştur. Ancak KİT'lerin politik tercihler doğrultusunda verimlilik
ölçütlerinden uzak olarak çalıştırılması ve özel sermaye birikiminin, her türlü
üretimi yapacak düzeye erişmesi, KİT'lerin ekonomiye yarardan çok zarar verir
duruma gelmesi 1950'li yıllardan beri KİT'lerin özelleştirilmesi konusunu
gündemde tutmuştur[2]"
demektedir.
Devletin ekonomiye
doğrudan müdahalesinin araçları olan KİT'ler, devletin içiçe geçen rolünün en
açık görüldüğü yerlerdir. KİT'ler bir yandan sundukları istihdam olanakları ve
ücretlendirme politikalarıyla geniş bir kitleyi alım gücünü artırarak piyasaya dâhil
etmişler, diğer yandan sermayeye ucuz girdi sağlayarak karları artırmışlardır.
Aynı dönemde devlet tarımsal üreticileri de kapitalist ilişkiler içine
çekmiştir. Devlet KİT'ler ve TMO, tarım kredi ve satış kooperatifleriyle
tarımsal küçük üreticileri doğrudan denetlemiş, yaşamlarını idame
ettirebilmelerini doğrudan devletin sunduğu olanakları kullanabilmelerine
bağlamış, sağlıktan eğitime, ürün alımından girdi teminine, sübvansiyon ve
destekleme alımlarından fiyatlama ve kredilendirmeye kadar küçük üreticilerin
yaşamlarına müdahale etmiş ve bu belirleyiciliğini sermayenin egemenliği için
kullanmıştır. Devlet eliyle iç kaynaklara dayalı sanayileşmenin sağlanması
küçük üretici tarafından finanse edilmiş, tarımsal ürünler pazarda paraya
çevrilirken, satın alınan sanayi ürünleri artmış ve sermeye birikimini bu yolla
artırmıştır. Böylece hem sanayi desteklenmiş
hem de pazar ilişkileri tarımsal üreticiler için vazgeçilmez hale
gelmiştir. Ancak artık sermaye için,
pazar ilişkilerine geri dönülemez biçimde çekilmiş tarımsal üreticilerle
kendisi arasındaki devlet dolayımı bir yük ve sınırlandırma haline gelmiştir ve
bunalımı aşmak için bu ilişki kanalını değiştirmeyi bir zorunluluk olarak
görmektedir. Bu yüzden artık sermaye için köylüyle ilişkiye giren devletin
yerini, köylüyü sermaye ile doğrudan ilişkiye girmek zorunda bırakan devlet
almakta, sermayeyi yaşamın her alanında doğrudan belirleyici hale getirme
programı yürürlüğe konmaktadır.
Önceden bizzat üretimde de
bulunarak karlılığı arttıran ve sosyal hizmetleri üstlenen devlet, bugün üretim
koşullarını belirleyerek ve sosyal hizmetlerdeki pazar ilişkilerini
düzenleyerek metalaşmayı yaygınlaştırma ve derinleştirmede yeni roller
üstleniyor. Devlet yeni rolü ile piyasa ilişkilerinin genel çerçevesini uluslararası
rekabete uygun tekelci ilişkiler ağı için optimal ve verimli koşullarda
işlemesini sağlayacak şekilde belirlemektedir.
Bunun içinse devletin ekonomiye doğrudan müdahalesinin araçları olan
KİT'ler satılmalı ve desteklemeler kaldırılmalıdır. Tarımsal özelleştirmeler
aslında 1980'lerde uygulanmaya başlanan tarım politikalarının tamamlanmasıdır.
Ancak devletin ekonomik
faaliyetlerden çekilmesi piyasalardan elini tamamen çekmesi değil buralarda
genel koşulları oluşturucu bir rol üstlenmesi demektir. İstenen, ekonomik
faaliyet alanlarının uluslararası rekabet ve bu rekabete uygun tekelci
ilişkiler ağı için optimal ve verimli koşullarda işlemesinin koşullarının
oluşturulmasıdır. Sermaye tarafından dile getirilen bu talepler hükumet
protokolünde şöyle kabul edilmektedir:
"Devletin ekonomideki
rolünün değişmesi doğrultusunda planlamanın yapısında ve yaklaşımında
değişiklik yapılacaktır. Buna göre, DPT, bilgi ve beyin merkezi haline
dönüştürülecek, uluslararası kuruluşlarla iletişim içinde çalışacak, ileriye
dönük stratejiler geliştirecek, ufku olan politikalar belirlenmesinde öncülük
edecektir. DPT uygulamayı yönlendiren dinamik bir yapıya kavuşturulacaktır.
Planlar katılım ve uzlaşma ile gerçekleştirilecek ve özel kesim için orta ve
uzun vadeli belirsizlikleri giderici genel bir yönlendirme görevini
üstlenecektir[3].."
Programın yürürlüğe
konulması, uluslararası sermayenin yeniden yapılanma süreci ile çakışmaktadır,
çünkü bir önceki dönemin tarımsal program ve ilişkileri de bir başka
uluslararası ekonomik ilişkiler sistemi içinde belirlenmiştir. Özelleştirme ile
tarıma yönelik desteklerin kaldırılması aynı programın parçalarıdır ve bu
unsurlardan oluşan programın temel hedefi uluslararası sermayenin yeni
egemenlik tarzıyla bütünleşebilmektir. Gerek özelleştirmeleri yürüten kamu
ortaklığı idaresi yayınlarında gerekse de hükumet belgelerinde "dünyayla
entegrasyon" hedefi bütçe açıkları, enflasyon gibi "destek"
gerekçelerin yanında temel ağırlık noktasını oluşturmaktadır.
Ancak bu bütünleşmenin yapılabilmesi için
belirli yapısal kısıtların giderilmesi zorunlu görülmektedir. Yapısal
kısıtlardan anlaşılması gereken bir bütün olarak KİT sistemidir, temel meselenin
"zarar eden KİT'ler" olmadığı karlı KİT'lerin özelleştirmenin başlıca
adayları arasında bulunmasıyla açıkça görülmektedir. Hükumet protokolünde bu
eğilim, "dünya ekonomisiyle entegrasyonda Türk ekonomisinin makro dengeler
yönünde önemli sorunları vardır. Yapısal özellik arz eden bu sorunlar kamu
kesiminde yoğunlaşmaktadır. Bu sorunlar kamu ekonomik kesiminde küçülerek
yeniden yapılandırma ve reform programı ile çözülecektir. Bu kapsamda KİT
reformu, özelleştirme, vergi reformu öncelikle ele alınacak konulardır... Özelleştirme
büyük zararlara yol açan ve satışı mümkün olmayan kuruluşların tasfiyesi ve
kapatılması uygulaması ile birlikte yürütülecektir[4]"
sözleriyle ifade edilmektedir. Devlet
bir yandan bir kısım sermayenin değersizleştirilmesini ya da
"zararda" denilen KİT'lerin parçalanarak satılmasını (ki kapatmadan
anlaşılması gereken de kısmi bir kapatmadır) üstlenirken, daha karlı olanların
yeniden değerlendirilmesini özelleştirmektedir.
"Türk sanayici ve
ihracatçısına uluslararası rekabet gücüne sahip mal ve hizmet üretimi için
gerekli koşulların sağlanması ve bu amaçla dünya fiyatlarında girdi sağlayacak
özendirme mekanizmalarının işletilmesi[5]"
bir başka özelleştirme hedefidir. Yüksek dış borç oranlarına sahip tüm
ülkelerde yürürlüğe sokulan bu modelde ihracata dayalı sektörlerin çeşitli mali
önlemlerle desteklenmesi yoluna gidilmekte ve bu mali desteği sınırlandırıcı
oluşumların giderilmesine çalışılmaktadır.
Bu amaçla birincisi,
özellikle tarımda desteklerin uluslararası sermayeyle bütünleşebilir gıda
sanayi ve bunlara girdi olacak ürünlere yöneltilmesi talep edilmektedir.
"belirli bir program çerçevesinde gerek girdi bazında, dünya tarım
ürünleri stokları ve tarıma dayalı sanayideki gelişmeler gözönüne alınarak ve
pazar şansı olmayan ürünlerden başlanarak, tarımsal üretimde destekleme zaman
içinde kaldırılmalıdır. Destekleme uygulamasının kaldırılmasına, dünyadaki stok
şişmesi göz önüne alınarak hububat üretiminden başlanmalı ve ticaret borsaları
geliştirilmelidir[6]."
İkincisi uluslararası tarımsal
sanayi sermayesi ile bütünleşme açısından temel itkiyi sağlayamayacak ürünlere
yapılan destekleme alımları diğer ürünlere sunulabilecek kaynakları azaltıcı
bir etken olarak görülmekte ve bu durumdan doğan "açıkların"
özelleştirmeyle giderilmesi önerilmektedir. "İkinci açık nedeni tarımı ve
tüketiciyi desteklemekle görevlendirilen KİT'lerin zarar ve stoklarının
finansmanından doğan harcamalardır. TMO, Şeker, Tekel gibi KİT'lerin zararları,
alış ve satışlarda destekleme fiyatı uygulamaları ve kapasitenin üzerinde stok
tutmaktan doğan kayıplardan kaynaklanmaktadır... TMO'ya verilen tarımsal
fiyatların stabilizasyonu ve tüketicinin desteklenmesi görevleri bu kuruluşun
açık vermesine neden olmaktadır" diyen Dünya Bankası raporu tarımsal
fiyatların esnek bir tarife sistemi ile gerçekleştirilmesini önermektedir.
Dünya Bankası'nın, "tarım destekleme politikalarının yeniden
şekillendirilmesi ve kamunun yatırım programlarının (özellikle altyapı
yatırımlarının) gerçekleştirilmesinde KİT'lere verilecek görevlerin yeniden
belirlenmesi[7]"
önerisi hükumet tarafından da benimsenmektedir.
Kaynak aktarımı konusunda
özelleştirme yanlılarının öne çıkardıkları temel argüman "KİT borçlarıdır.
KİT'ler 1980 sonrasında yüksek fiyatlandırma sistemi içinde çalıştırılırken KİT
ürünlerini girdi olarak kullanan sektörler bu fiyat artışlarını tüketicilere
doğrudan yansıtabilmişler ve gerçek gelirler ile talepteki düşmeye karşın,
Türkiye sanayisinin teknoloji üretemeyen ve verimlilik artışı sağlayamayan
hastalıklı yapısı bir yandan altyapı harcamalarının olağanüstü artırılmasına
diğer yandan vergi oranlarındaki düşme, sermayeye mali açıdan sağlanan
kolaylıklar, ihracat teşviklerine karşın giderilemeyen sermaye ihtiyacının iç
ve dış borçlarla karşılanmasına yol açmıştır. Bir yandan sermayenin ihtiyacını
duyduğu genel altyapı harcamaları yüksek borçlanma ile giderilmiş (ve satın alınabilir
KİT'ler bu yatırımlarla açık verir hale getirilmiş) diğer yandan birçok KİT'e
bütçeden ayrılan sınırlı kaynaklar bile verilmeyerek, bu kaynakların fonlar vs
aracılığıyla özel sermayeye akıtılması (ve örneğin TKİ bu yöntemle zarar
ettirilmiş) sağlanmıştır. Türkiye sanayisinde sadece kamu kesiminin değil özel
kesimin de eski teknoloji, düşük üretkenlik, öz kaynaklar ve kaynak yaratma,
yüksek tekelleşme oranları gibi hastalıklarla malul oldukları sermaye
temsilcilerinin bile kabul ettikleri olgulardır ancak bu hastalıklar devletin
el koyduğu kaynakların sermayeye akıtılmasıyla giderilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda özelleştirme aynı şeyin değişik
araçlarla yapılmasından başka bir anlam ifade etmemektedir.
Dış borçların artması
uluslararası mali sermayeye bağımlılığı artırırken, borçlanma ve bağımlılık hem
kamu kurumlarının hem de belediyelerin kaderi haline getirilmiştir. Daha önce
devlet aracılığıyla IMF, Dünya Bankası ya da diğer devletlerden yapılan
borçlanma artık uluslararası bankalar veya konsorsiyumlar, borsalar
aracılığıyla olmaktadır. Dünya Bankası KİT açıklarının en büyük nedeninin
"alt yapı yatırım projeleri gerçekleştiren TEK, PTT, TKİ, TDÇİ, TCDD,
BOTAŞ gibi KİT'lerin yatırım harcamalarından" kaynaklandığını
belirtmektedir. "Ticari bankalara olan borçlanmalar içerisinde en büyük
pay, TMO, PETKİM, TEK, PTT ve Şeker'indir. TMO ve şeker, tarımın ve tüketicinin
desteklenmesi programlarında öncelikli rol oynamış, TEK ve PTT ise önemli alt
yapı projelerini gerçekleştirmişlerdir.[8]"
Yüksek faizli dış
borçların geri ödenememesi Türkiye sermaye için olduğu kadar yabancı bankalar
için de önemli bir risktir ve dış borçların borç- takas yöntemine, yani kamu
kuruluşlarının hisselerinin borç karşılığında uluslararası piyasalarda
satılmasına dayalı Arjantin modeli bu yüzden Dünya Bankası'nın temel
özelleştirme modeli önerisi durumundadır.
İç borçların tartışmalarda
kapladığı yerle kıyasla dış borçların hiç sorun edilmemesi, hatta dış
borçlanmaya dayalı büyüme modelinin sürekliliğini sağlayacak önlemlerin sürekli
geliştirilmesi özelleştirmeyi bütünleme çabasının önemli bir unsuru haline
getirmektedir.
Bu hedefle uyumlu bir
başka gelişme, PTT gibi uluslararası ekonomide öne çıkan KİT'lerin satılmasının
yanında, altyapı çalışmalarının "enerji üretimi, havaalanı, liman ve
ulaşım gibi alanlarda yap-işlet-devret" yöntemiyle gerçekleştirilecek
"mega projeler" aracılığıyla gerçekleştirilmesidir. Hükumet
programında da yer alan yap-işlet-devret modeli giriş ve yatırım maliyetlerinin
çok yüksek olduğu alanlarda yapılan bir özelleştirme biçimidir ve bu alanlarda
devlet ve uluslararası sermaye bütünleşmesi yani dış borçlanmanın artması
zorunludur.
Özelleştirmenin bir üçüncü
hedefi, piyasa oluşumu üzerinde küçük üreticilerin küçük de olsa sapmalar
yaratabilecek güç odaklarının tasfiyesi ve bu üreticilerin sanayi sermayesiyle
yeni bir tarzda bütünleştirilmeleridir.
Tarımsal desteklemeler ve tarımsal KİT'lerin bugüne kadarki işlevleri sadece
üretim ve satışı düzenlemek değil, bitkisel ve hayvansal üretimin düzenlenmesi
ve iyileştirilmesinden, modern tarım tekniklerinin yaygınlaştırılmasına,
girdilerin sağlanmasından pazarlamaya kadar birçok alanı kapsamaktadır ve karşı
çıkılan tam da KİT'lerin bu işlevleridir. Bu işlevlerin uluslararası tekeller
temelinde özel sektöre devri istenmektedir.
Tarımsal KİT'lerin satışı,
tarımsal kooperatiflerin işletmelerinin tasfiyesi ve tarımı desteklemenin
kaldırılması yönünde gelişen politikalar, Türkiye tarımında yeni bir dönemin
ipuçlarını vermektedir. Devletin tarıma geleneksel müdahale biçiminin araç ve
kurumlarının tasfiyesi anlamındaki bu politikaların incelenmesinden önce,
devletin tarımdaki geleneksel rolünü incelemek yeni politikaların kavranması
açısından yararlı olacaktır.
TÜRKİYE TARIMININ GELİŞİMİ VE GELENEKSEL POLİTİKALAR
1920'lere kadar kapitalist
devletler, tarımlarını kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdikleri sömürge ve
yarı-sömürgelerden bir taraftan ucuz et ve tahıl sağlayarak ücretleri düşük
tutarak diğer taraftan hammadde kaynaklarını sömürerek sermaye birikimlerini
gerçekleştirdiler. Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yy.da yarı-sömürgeleşmeye
başlaması, ticari faaliyetlerle birlikte en fazla tarımda görüldü. Fransız,
İngiliz ve İtalyanlar bir yandan doğrudan büyük tarım çiftlikleri kurarken,
diğer yandan da belirli ürünlerin dış ticaretini ellerinde tutuyorlardı.
Ağırlıkla Ege ve Çukurova'da gelişen bu ilişkiler tarımda kapitalistleşmenin ve
pazara açılmanın biçimini yansıtıyordu. Bunun dışındaki bölgeler ise kendi gereksinimleri
için üretim yapan kapalı ekonomilerdi.
Ulusal pazarın
oluşturulmasında 1930'lar dönüm noktası oldu. Aşarın kaldırılması, kadastro
uygulaması gibi tarıma dönük politikalar,
ulusal pazarı oluşturmaya yönelik politikalar olarak demiryolu ağı ile her
tarafın ulaşılır hale getirilmesiyle desteklendi. 1930'lara dek devraldığı
yapıya pek dokunmayan, yerlileştirmekle yetinen Kemalist rejim,
kapitalistleşmeyi özel sektör eliyle gerçekleştiremeyeceğini anladıktan sonra,
ulusal bir pazar oluşturmayı üstlendi. Ulusal bir sanayinin yaratılması, ulusal
bir pazarın oluşturulması yönelimi aynı zamanda tarımın sanayinin ihtiyaçlarına
göre yeniden biçimlendirilmesini gerektirdi. Böylece uluslararası sermayenin
ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş tarımdan ulusal pir pazara göre
şekillendirilmiş tarıma geçiş politikaları uygulandı.
Temel gıda maddelerinin
sağlanması amacıyla patates, çeltik üretimine başlandı, Amerikan ve Rus buğday
tohumları üzerinde hastalıklara ve kuraklığa dayanıklı buğday geliştirilmesi
çalışmaları yapıldı, montofon inek getirtildi.
Sanayinin talep ettiği
hammaddelerin yetiştirilmesi amacıyla Şeker pancarı, Ayçiçeği, çay gibi
bitkilerin ekilmesine, merinos ve karagülle koyunlarının yetiştirilmesine
başlandı; Pamuk ve tütünde tohum ithal ve ıslah çalışmaları yapıldı.
Sanayinin ihtiyaç duyduğu
dövizin tarımsal ürünlerin ihracından temin etmek amacıyla portakal, limon ve
muz gibi meyvelerin yetiştirilmesine başlandı, fındık ve Antep fıstığı gibi
ürünlerin ıslah ve yaygınlaştırılması çalışmaları yapıldı.
Bu dönemdeki uygulamalar
ve yönelimler, yaygınlaştırılamadığı gibi köylünün pazar ilişkilerine
çekilmesinde de kayda değer bir mesafe kaydedilemediği için tarımda zeminin
temizlenmesi ve hazırlanmasının ötesine geçemedi. Ülkenin kırsal yapısı feodal,
yarı-feodal ilişkilerle karakterize olmaya devam etti.
1950 ulusal pazarın
oluşturulmasında başka bir dönüm noktası oldu. Bu zamana dek uluslararası
işbölümü dışında gerçekleşen sanayileşme bundan sonra uluslararası yeni
işbölümüne göre şekillendi. Bu amaçla pazar ilişkilerinin yaygınlaştırılması ve
metalaşmanın sağlanması devletin görevi olarak kaldı.
Sanayinin ihtiyaçlarına
göre oluşturulan üretim deseni günümüze dek temel üretim deseni olarak kalmakla
birlikte buna yeni ürünler eklendi.
1950'lerde tarımsal
yapının, dünya ekonomisine eklemlenilmesi sonucu geçirdiği hızlı değişimler,
tarımdaki geleneksel üretim ve mülkiyet ilişkilerinin zamanla tasfiyesini ve
pazarla bütünleşme sürecini başlattı. Genelde kendine yeterli, kapalı tarım
yapılarının hızlı makineleşme ve girdi desteğiyle pazara açılması ve ekonominin
öteki kesimleriyle bütünleşmeye başlaması, küçük üreticiliği ve farklı mülkiyet
ilişkilerini yaygınlaştırdı.
Türkiye tarımının pazarla
bütünleşmesi büyük ölçüde modern üretim teknolojisinin yaygınlaştırılmasıyla
mümkün olabilmiştir. Tarımının pazara açılması, modern üretim teknolojisinin
yaygınlaştırılması ve pazarlama ağının kurulması; 1950'den sonra traktöre
geçiş, 1965'den sonra sulanan alanın arttırılması, 1970'lerde traktör ve
kimyasal-biyolojik girdi kullanımının artması olarak özetleyebiliriz. Ayrıca
karayolları ile Türkiye'nin her yanı çabuk ve kolay ulaşılabilir hale
getirildi.
Tarım üreticilerinin
pazara üretimi (aynı zamanda desteklemelerden yararlanabilmesi) pazardan
tüketime endeksli bir biçime bürünerek sanayiye bağımlı hale geldi. Tarımda teknolojinin yarattığı yapısal
değişimle üretim ve verim artışı sağlanırken, mülkiyet ilişkilerindeki
farklılaşmayla birlikte gelir dağılımı hızla bozuluyor ve hızlı bir
mülksüzleşme yaşanıyordu. Bu mülksüzleşme sonucu hiç bitmeyecek bir biçimde
başlayan göçler (yarattığı toplumsal sorunları göz ardı edersek) tarımdan
sanayiye ve hizmetler alanına ucuz işgücü olarak kaynak aktarmanın yeni bir
biçimini oluşturuyordu.
Sübvansiyonlarla makine ve
Kimyasal- biyolojik girdilerin kullanılması sağlanarak üretkenlik ve verim
artışını gerçekleştirilmiştir. Gübre, ilaç, tohum, yem gibi girdiler küçük,
büyük bütün işletmeler için kullanılan miktar ile orantılı olarak sübvanse
edilmiştir. 1980'e dek, Zirai Donatım Kurumu
girdilerin temininde başlıca dağıtıcı kurum, Gübre Sanayi, Yem fabrikaları, TİGEM
girdi üretimini gerçekleştiren başlıca kurumlardı. Ama bu alanların karlı hale
getiren devlet, teşvik ve koruma duvarları ile de cazip hale getirerek özel
sektörü buralara yatırım yapmaya yöneltip buralardan yavaş yavaş çekilmeye
başlamıştır
Modern girdi kullanımı
esas olarak tarımsal kredilerle ve sübvansiyonlarla teşvik edilmiştir.
"Traktör talebi ile kredilendirme arasında çok yakın bir ilişki vardır[9]".
Ziraat Bankası ve kredi kooperatiflerinin olanaklarından küçük çiftçilerin
yararlanması sınırlı kalmış, genellikle büyük işletmeler yararlanmıştır. Bu ise küçük üreticilerin üretimlerini
tüccar-tefeciye borç yükü altında sürdürebilmelerine neden olmuştur.
Örgütlü-resmi kredinin azalması[10] ve aşırı dengesizliği; borçlanan, toprağını
kaybeden köylüyü gittikçe karmaşıklaşan tarımsal, ticari ilişkilere itmekte,
buna karşın devletin politikaları "gayrı resmi kredi piyasasının"
etkinliğini artırmasına hizmet eder yönde olmuştur. Uygulanan kredi
politikaları küçük üreticilerin yeteri kadar modern girdi kullanamamasını
getirirken büyük işletmelerin teknolojilerini yenileyebilmelerine ve sermaye
birikim olanaklarını artırmalarına hizmet etmiş, bu da tarımdaki gelir dağılımının bozulmasını
hızlandırmıştır.
Devlet, taban fiyatı ve
destekleme alımlarıyla piyasaya müdahale ederek fiyat oluşumunu belirlemiştir.
Örgütsüz, yetiştirdiği ürünün fiyatını belirleyebilmekten uzak, piyasa
koşullarına tabi küçük üreticilerin gelirlerini kontrol mekanizması olarak
işlev gören taban fiyatı uygulaması; üreticiye tüccar karşısında kısmı olarak
koruduğu gibi dönem dönem pazar garantisi de getirmiştir. Böylece ticari
marjları düşürücü, sanayiye doğrudan kaynak aktarıcı bir etkisi olmuştur.
Böylece tarımda yaratılan değer piyasa mekanizmaları yoluyla sanayiye
aktarılmıştır. Kaynak aktarımı esas olarak eşitsiz değişim yoluyla
gerçekleşmektedir. Bunun yanında sınai meta fiyatlarının tarımsal ürün
fiyatlarına göre artırılması eşitsiz değişimi artırmaktadır.[11]
Bu süreçte ulusal sınırlar
içerisinde yaratılan her türlü değeri artırıcı uygulamalarla birlikte tarımsal
sübvansiyon ve desteklemeler de giderek her ürünü kapsar ve en maliyetli ürüne
göre belirlenir hale getirilmesi geniş bir kesimi piyasa ilişkilerine çekmenin
yanında iki sonucu da beraberinde getirdi.
Bunlardan birisi modern girdi kullanarak ve/veya büyük miktarda arazinin
denetimi elinde bulundurarak daha ucuza mal eden ve daha çok üreten kesimlere
rant aktarımı olurken diğeri üreticinin yeni yöntemler kullanarak verimliliği
artırmasını sınırlamıştır.
Süreç boyunca tarım,
kapitalist ilişkilere açılmasının sağlanması,
metalaşmanın yeni nüfuz alanı olarak sanayiye entegre olacak şekilde
geliştirilmiştir. Pazar ilişkilerinin ülke çapında yaygınlaştırılması ve
derinleştirilmesi süreci olarak yaşanan bu sürecin sonuna gelindiği 1980'lerde
artık pazara açılmada belli bir gelişme sağlanmış, köylü pazar için üretimin
yanında üretim girdilerini ve kişisel tüketimini de pazardan karşılar hale
getirilmişti. Böylece kapitalizm kırsal alanda egemen hale gelirken, gelinen
nokta metalaşma için yeterli olmamış, Hatta metalaşmanın önünü tıkamıştır.
Bu noktada sermaye için,
pazar ilişkilerine geri dönülemez biçimde çekilmiş olan tarımsal üreticilerle
kendisi arasındaki devlet dolayımı bir yük ve sınırlandırma haline gelmiştir.
Bunalımını aşmak için bu ilişki kanalını değiştirmeyi bir zorunluluk olarak
görmektedir. Bu yüzden sermaye için köylüyle ilişkiye giren devletin yerini,
köylüyü sermaye ile doğrudan ilişkiye girmek zorunda bırakan devlet almakta,
sermayeyi yaşamın her alanında doğrudan belirleyici hale getirme programını
yürürlüğe koymaktadır.
1980: YENİ POLİTİKALAR, YENİ EĞİLİMLER
80 sonrası uygulanan
politikalar ağırlıkla mali sermaye yanlısı politikalar oldu. Bu politikaların
da spekülatif faaliyetler lehine geliştiği söylenebilir. Türkiye'deki bölüşüm
ilişkileri belirgin bir biçimde mali sermaye ve ticari sermaye lehine
değişirken, tarımdaki bölüşüm ilişkileri de ürün ticareti yanında kredi
piyasasında da etkili olan ticaret sermayesi, kapitalist çiftçiler ve tefeciler
yararına bozuldu.
Bu dönemdeki tarım
politikaları da ekonomide serbest piyasa koşullarının oluşturulması yönündeki
politikaların bir parçası olarak biçimlendi. Tarıma yapılan kamu yatırımlarının
azalması, fiyatlara müdahalenin azaltılarak piyasaya tabiiyetin sağlanması,
finansman sorununda üreticinin tüccar-tefecinin eline bırakılması, dış
ticaretin libere edilerek tarım ürünleri ithalatı bu yöndeki uygulamalar oldu.
Destekleme kapsamındaki ürünler ve alım miktarları azaltılıp, birçok girdiye
uygulanan sübvansiyonlar kısıtlanırken, uygulanma biçimleri de değiştirildi.
Sübvansiyonların doğrudan üreticiye değil, fabrika ve kombinalara verilerek
onlar aracılığıyla dağıtılması, küçük üreticilerin ucuz girdi teminini
olanaksızlaştırdı. Faizsiz besicilik kredisi ve süt primleri köylüye değil;
EBK, Pınar, Maret gibi kombina ve entegre tesisler aracılığıyla dağıtılması, en
büyük sübvansiyonun verildiği gübrede fabrikaya, tohumda üretici ve dağıtıcı
firmalara teşvik verilmesi, aynı zamanda tarımda yerleştirilmeye çalışılan yeni
egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin ilk uygulamaları oldu.
Fiyatlar üretici aleyhine
gelişirken, üretiminin finansmanı için yeterli kaynak bulamayan üreticiler
hızlı bir yoksullaşma yaşadılar. Girdi fiyatlarının ürün fiyatlarından hızlı
artması, girdi kullanımını sınırlayarak küçük üreticilerin üretimlerinde
düşüşlere yol açarken, ithalatın serbestleşmesiyle yapılan tarım ürünleri
ithalatı bazı ürünlerin üretimini olumsuz etkiledi. Üretici yüksek destekleme
oranlarına sahip ithal ürünlerle haksız bir rekabete zorlanırken Türkiye
uluslararası tekellerin girdi pazarı haline geldi.
Böylece Türkiye
uluslararası pazar haline getirilirken, artık ulusal pazar içerisinde korunmuş
olan sanayi uluslararası pazarların yanı sıra kendi pazarında da uluslararası
sermaye ile rekabet etmekle karşı karşıya kaldı. Koruma duvarları, teşvik ve
ortak yatırımlarla kurulan sanayinin yeni koşullarda yeniden yapılanması
uluslararası sermayenin yeniden yapılanma süreciyle çakışmaktadır. Özelleştirme ile tarıma yönelik
desteklemelerin kaldırılması aynı programın parçalarıdır ve temel hedef
uluslararası sermayenin yeni egemenlik tarzıyla bütünleşebilmektir. Bu
bütünleşmenin gerçekleşmesi devletin müdahalesinin değişmesi ile mümkündür.
Tarımsal üreticiler için pazar ilişkilerini vazgeçilmez hale getiren devlet,
piyasada kendi işlevini üretimden ayırarak, daha önce karlı hale getirdiği
alanları özel sektöre devrederek yeni işlevini uygulamaya başlamıştır.
TMO, Şeker fabrikaları, et
ve balık kurumu, SEK, Türkiye Yapağı ve Tiftik Kurumu gibi iktisadi devlet
teşekkülleri, Tariş, Antbirlik, Çukobirlik, Fiskobirlik, Trakyabirlik,
Karadenizbirlik, Kozabirlik, Güneydoğubirlik gibi tarım satış kooperatifleri
birlikleri önce işlevsizleştirilmekte, görevlerini yapamaz hale getirilmekte
sonra da satılmaya çalışılmaktadırlar.
1980'ne dek modern girdi
dağıtımında tekel olan TZDK’nin pazar payı, gübre, tohum ilaç gibi girdilerin
satımının özel sektöre açılması ile % 15’in
altına düşmüştür;
Modern girdi üretimi yapan
yem sanayinin pazar payı 1991’de % 11.52'ye düşmüşken[12],
toplam üretim içindeki % 43'lük payıyla
fiyatları düzenleyici bir rol oynayan TÜGSAŞ parça parça satılmaktadır.
Uzun yıllar ucuz,
dayanıklı, albenisiz bez, kumaş, ayakkabı üreten Sümerbank tekstil-konfeksiyon,
ayakkabı vb. sanayilerin gelişmesiyle birlikte atılım yapması önlenerek
işlevsizleştirilmiştir. Bugün satılmaya çalışılan Sümerbank çarık, aba giyilen
bir ortamda giyim sanayine pazar oluşturmuş ve bugün bu pazar terk
ettirilmektedir.
TİGEM aracılığıyla ülkenin
bitkisel ve hayvansal üretiminin artırılması, çeşitlendirilmesi,
iyileştirilmesi çalışmaları yapan, çiftçilere uygun koşullarda girdi sağlayan
devlet, bu işlevlerini uluslararası tekellerin birçok azgelişmiş ülkeye
yerleştirdikleri araştırma-geliştirme laboratuvarlarına devretmektedir.
Özel sektör tohumculuğuna
1963 yılında izin verilmiş olmakla birlikte 1980 yılına dek kayda değer bir
faaliyeti olmamıştır. 1980 sonrasında,
teşvik ve özendirmelerle karlı hale getirilen tohumluk üretim ve pazarlamasına
Sepaksa, Shell gibi özel sektör firmaları da katılmıştır.
Özel tohumculuk
şirketlerince üretilen tohumlukların fiyatları serbest bırakılmış, tohumluk
satış bedellerinde önemli devlet sübvansiyonları getirilmiştir."[13] Sübvansiyon olduğu halde Tohumluk fiyatları %
100 artmaktadır. 1985 yılından sonra
" yerli ve yabancı ortaklı tohumculuk özel kuruluşlarına devletçe
sağlanan teşvikler çok artmıştır. Tohumluk dışalımı çok kolaylaştırılırken, öte
yandan yatırım ve işletme kredi kaynakları artırılmıştır.
Özel sektör Hibrit mısır
ve ayçiçeği, patates, soya, domates, biber,
karpuz, ıspanak patlıcan sebze, çiçek tohumculuğuna önem verirken, Tahıl ve yem
bitkilerinin yükünü kamu kuruluşları çekmektedir. Türkiye'nin ihtiyacı olan
tohumluk üretilse bile dağıtılamamaktadır. 1988 yılında dağıtılma oranı buğday
tohumluğunda %57,4, arpada %79,4 olurken, ortalama olarak % 25-30'u
dağıtılamamaktadır. Dağıtılan tohumluğun % 10 civarı ithal edilmektedir[14].
Devlet, öncülüğünü 1952
yılında EBK'yi kurarak yaptığı, tarımın giyim sektöründen sonra işlenmiş gıda
maddeleri sektörüne de hammadde temin eder duruma gelmesini daha sonraki
yıllarda teşvikler ve ortaklıklarla geliştirilmiştir. Şimdi tamamen sermayeye
devretmeye hazırlanmaktadır. Bu amaçla EBK ve SEK'in pazar payları sürekli
düşürülmekte yeni yatırımlar yapması engellenmektedir.
1991 yılında EBK'nin
Kapasite kullanım oranı büyük başta % 13, küçükbaşta % 8, kanatlıda % 55, et
üretimindeki payı % 10 civarında kalırken Maret, Pınar Et pazara hâkim
durumdadırlar.
EBK'nin
özelleştirilmesi, Özel sektörün besiciden
hayvanı daha ucuza alıp, eti daha pahalıya satmasına yol açması yanında besiciyi
tamamen bağımlılaştıracaktır. Aynı gelişmeler SEK'in özelleştirilmesiyle de
meydana gelecektir.
SEK "belirli
niteliklere sahip süt ve süt mamulleri işletmelerinin toplam üretim
kapasitesinde % 10'luk paya sahip olmasına rağmen; bu kesim tarafından satın
alınarak işlenen süt miktarı içinde yaklaşık % 25'lik bir paya sahiptir[15]." Tekfen, Koç, Yaşar Holding'in sahipleri
olduğu modern süt işleme ve pazarlama firmaları çıkarılan özel teşviklerle
korunurken SEK satılmaya çalışılmaktadır. En son olarak da SEK'in süt toplama
merkezleri taşeronlara satılarak aracının kazanması sağlanmaktadır.
Bütün bu dönem boyunca
uygulanan politikaların yükünü en ağır biçimde çeken küçük üreticiler,
gelirlerini korumaya yönelik çabalara giriştiler. İşletme yapısı ve sermaye
birikim düzeyine göre farklılaşsa da kullanılan ana mekanizmalar; daha fazla
aile emeği kullanarak ailenin içsel sömürüsünü yoğunlaştırma, tüketimlerini
kısma ve borç ve faiz döngüsü altına girerek üretimini ve emek verimini
artırmaya çalışmak oldu. Bu süreçte toprağını kaybeden ya da bu mekanizmaları
üretemeyen azımsanamayacak bir kesim için ise başvurulan yol tarım-dışı
faaliyetlere yönelmek ve kırdan göç olacaktı. Toprak parçalanmasına bağlı
olarak aile parçalanmasının ortaya çıkması, aile bireylerinin farklı bölgelere
mevsimlik işçi olarak gitmeleri ya da marjinal işlere yönelmeleri genel eğilim
olmuştur.
DÜNYA GIDA SİSTEMİNİN EĞİLİMLERİ VE TÜRKİYE TARIMINDA YENİ
YÖNELİMLER
Son yıllarda "3.
teknolojik devrim", "Bilgi Çağı" vb. kavramlarla ifade edilen
çerçevede sermaye üretim sürecini yeniden örgütlüyor. Bağımlılık ilişkilerinin
de yeniden örgütlenmesi olarak, dünya, tek pazar haline getirilmeye
çalışılırken gelişmiş kapitalist ülkelerin askeri ve siyasi politikaları da
(fiilen ve cebren) bu yönde gelişiyor. Bu yönelimin bugünden ortaya çıkan
açmazları biryana, dünya kapitalist işbölümünde daha etkin bir rol oynama
gayretiyle, uluslararası sermaye ile yeni egemenlik tarzında yeniden bütünleşme
yönünde oluşturulan politikalar Türkiye tarımında da yeni yönelim ve
gelişmeleri ortaya çıkardı. Bu yönelim esasen 80'li yıllar boyunca uygulanan
politikaların üzerinde şekillenmekte ve derinleştirilmektedir. 80'lere
uluslararası tekellere pazar olarak açılan, girdi ve ürün pazarı haline
getirilen Türkiye tarımının yeni politikalarla, sektörel düzeyde uluslararası
sermaye ile bütünleşmesi hedeflenmekte.
Bu bütünleşme bağımlı
ülkelerin tarımsal üretimini düzenleme, tarım politikalarını yeniden
biçimlendirme, bu ülkelerde doğrudan yatırımlar yapma biçiminde gelişmektedir.
Uluslararası tekellerin dünya gıda pazarını doğrudan hâkimiyetleri altına almak
için; GATT görüşmelerine de yansıyan, sınırların kaldırılması, destekleme
politikaları ve sübvansiyonların süreçte tasfiye edilmesi talepleri
uluslararası kuruluşlar aracılığıyla azgelişmiş ülkelere dayatılmakta, yeni
egemenlik tarzı kurulmaya çalışılmaktadır. Bu ise 1950'lerde ulusal pazar
olarak eklemlenilen uluslararası sermayeyle sektörel olarak bütünleşmeyi
getirecektir.
Sermaye yeni teknolojili
belli merkezler etrafında taşeron firmalar aracılığıyla üretim sürecini yeniden
organize etmesine paralel olarak yeni uluslararası işbölümünün kırsal kesime
yönelik iki yanı vardır. Bunlardan birisi tarımsal işletmelerin uluslararası
sermayeye entegrasyonuyla birlikte sanayi işletmelerinin özelliklerini
kazanmaları olurken, diğeri de sanayinin kırdaki dağınık işgücünü taşeron
işletmelerde kullanmasıdır.
Tarımsal üretimin, sınai
faaliyetlerin özelliklerini kazanması yönünde; bio-genetik teknolojileri,
mekanizasyon ve standardizasyonun artması, doğa koşullarına bağımlılığın
azalması, uluslararası sermayenin, bağımlı ülkelerin tarımını kendi
ihtiyaçlarına göre üretime zorlamalarına neden olmaktadır. Tarımsal faaliyetler
giderek bilgi ve teknoloji yoğun hale gelirken, uluslararası tekeller bu
alandaki üstünlüklerini, gıda sanayi temelinde gelişen yeni bir egemenlik tarzı
olarak tarımda dayatmaktadırlar.
Gelişmiş ülkelerdeki gıda
ve içki piyasalarının görece doygunluğa ulaşması karşısında çokuluslu
şirketlerin temel bir stratejisi dünyanın diğer bölgelerindeki büyüyen
pazarlarda çeşitli yatırım biçimleriyle pay kapmaktır.
TEKEL'in ve Türk
tütüncülüğünün durumu bunun çarpıcı bir örneğidir. 1990 yılında 2,5 trilyon
liraya yakın bir meblağı hazineye aktardığı halde Tekel neden özelleştirilmek
isteniyor? ABD'nin en karlı sektörlerinden birisi olan Sigara ve Tütün
kullanımı gelişmiş ülkelerde azalmasına karşı çareyi azgelişmiş ülkelerin
pazarını ele geçirmekte buluyorlar. Böylece " bugün ABD'nin % 10 civarında
seyreden dünya tütün ticaretindeki payı, 2000 yılında % 24,1’e yükselecek...
1990 yılında Türkiye'nin % 8 olan payı ise % 2,5 civarına inecek."
Phillips Morris yayılma harekâtını yürütmek için bir Doğu Avrupa ve Orta Asya
Bölge Başkanlığı oluşturdu. Türkiye bu bölgede hem kendi iç pazarı hem de Orta
Asya pazarı açısından son derece stratejik bir noktada."[16]
Devlet eliyle "sigara
içim zevki değiştirilerek yabancı markalara ve Virginia tütününe
bağımlılık" yerleştirdi. Yabancı sigaranın pazar payı 1984'de % 1,6 iken
1991 yılında % 11,6’ya yükselmiştir. 1990 yılında ithal edilen sigaranın %
87'si Phillips Morris tarafından üretilen Marlboro, Parliament vd. markalar oluşturuyor. Bu arada Phillips
Morris 1990 yılında Sabancı Holding ile Philsa'yı kuruyor.
1930'lu yılların başında
başlayan tütün ıslah çalışmaları sonucu standartlaştırılan Türk Tütününde
böylece bir dönem kapatılıyor. Artık tütün, esas olarak uluslararası tekellerin
ihtiyaçlarına göre ekilecek. Türkiye'de ne kadar tütün ekileceğine, kalitesine, fiyatına, yetiştirme
yöntemlerine, uluslararası tekellerin
doğrudan karar verecekleri bir sürecin başlarında bulunuyoruz. Bu sürecin
araçlarından birisi de özelleştirme oluyor.
Dünya Bankasının
"Tarımsal fiyatları stabilizasyonunun esnek bir tarife sistemi ile gerçekleştirilmesi...
firmalar arası rekabetin ve tüketicinin desteklenmesinde belli bir tüketici
grubunun hedeflenmesi... Bu uygulamanın neden olacağı fiyat artışlarından zarar
görecek dar gelirli tüketicinin yiyecek kuponu vb. transferler yoluyla
korunması[17]"
isteği, uluslararası yeni işbölümünde bağımlılaştırılan ülkelere düşen temel
gıda maddeleri ithalatçısı, gıda sanayilerine girdi üretme işlevini empoze
etmektir. Bu nedenle Türkiye'de de buğdaya dayalı üretim desenine karşı
çıkmaktadır. Bu TÜSİAD, TOBB gibi çevrelerce desteklenmekte hükumetlerce
uygulanmaktadır.
Bu müdahaleyle buğdayın
daha az üretimini sağlayacak bir fiyatlama sistemine geçilecektir. Bunun için
Konya ve Polatlı'da kurulmaya başlanan tahıl borsaları; buğday üreticisine ya
dünya fiyatlarından üretirsin ya da ürününü değiştirirsin dayatmasıdır. Ya daha
ucuza mal edebilmek için daha ucuz emekle daha yoğun girdi kullanımı ya da
tarımdan uzaklaşma sonucunu verecek bu dayatma Türkiye'nin ihtiyacı olan
buğdayın ithali edilmesi zorunluluğunu doğuracaktır.
Hububatla başlayan
destekleme politikasının değiştirilmesi pamukla devam etmektedir. "Yeni
sistemde pamuk üreticileri dünya fiyatlarından borsada mallarını satacaklar ve
üstüne devletten destekleme primi alacaklar.[18]"
Yeni sistem AT'de
uygulanan tavan fiyatı niteliğindeki hedef fiyat ve taban fiyat niteliğinde
olan müdahale fiyatı uygulamasından esinlenmiş.
Ama ondan temelde farklı; AT'de hedef fiyatı üreticilerin elde etmek
istedikleri üst sınırı gösterirken müdahale fiyatı alt sınırı gösterir ve ikisi
arasında ki fiyat oynamalarına müdahale edilmezken müdahale fiyatının altına
veya hedef fiyatının üzerine çıktığında müdahale edilerek fiyat istenen düzeye
getirilir. Fiyatlar ise aylık enflasyona göre değiştirilir. Türkiye de ise fiyatlar dünya fiyatlarına
göre belirlenmekte ve bunun altına indiğinde müdahale edilmeyeceği ilan
edilmektedir.
Böylece TOBB'un "destekleme alımında görevli kuruluşlar,
destekleme alımı yaptıkları ürünlere dünya fiyatları üzerinde bir fiyat
veremezler[19]"
şeklinde hukuki bir düzenlemeye gidilmesi önerisi uygulanarak KİT'lerin
destekleme ve fiyatları düzenleme işlevine son verilmektedir. KİT'ler fiyatlar
artığında ve ya düştüğünde müdahale etmeyecekler ama hayali belgeler düzenleyen
tüccar prim alacaktır. Ayrıca tüccar alımında çiftçinin alacağı primi de göz
önünde bulundurarak fiyat verecek, böylece çiftçinin eline hedef fiyatın
altında bir gelir geçecektir.
Bundan sonra tarımın
kentteki organizasyonu olan "toptancı hal yasası" değiştirilecek ve
"vadeli işlem yapılmasına imkân sağlayan `Future Market’lerine oluşmasına
ilişkin düzenlemeler hızlandırılacaktır. Future Marketler kalitesi ve miktarı
belirli bir ürünü, belirli bir fiyattan ileri bir tarihte teslim etmek ve/veya
teslim almak üzere, alım satım kontratının yapıldığı ve el değiştirildiği
borsalardır[20].
Vadeli işlem yapan borsalar
sayesinde sanayici, yıl boyunca istikrarlı bir fiyattan hammadde şansına sahip
olmakta ve böyle bir imkân sanayicinin rekabet gücünün artmasına olumlu katkı
sağlamaktadır[21]." Hastalık, hava değişiklikleri gibi
nedenlerden kaynaklanan fazla veya düşük üretim, kalite gibi riskler üreticinin
olmaktadır.
Devlet tarımsal üretimi
desteklemekten vazgeçerken, borsayı tarımsal üretimi düzenleyici kurum olarak
oluşturmaktadır. Borsada uluslararası tekellerin belirlediği dünya fiyatları
üretimi düzenleyici olmaktadır. Üretici uluslararası tekellerin ihtiyaçlarına
göre ve onların belirlediği koşullarda üretimini yapacaktır. Dünyada
milyonlarca üretici ayakta kalabilmek için kıyasıya bir rekabete girerlerken
bir kaç ÇUŞ istediklerini elde edecektir. Böylece borsalar aracılığıyla tarım uluslararası
sermayenin doğrudan denetimine sokularak uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre
yeniden sömürgeleştirilmektedir. Bu arada uluslararası işbölümünde Türkiye’ye
düşen tarıma dayalı sanayiler ihracat yapabileceklerdir.
Tarımı destekleme
politikalarının kaldırılması; bugüne kadar sermaye ve tarım arasında pazarda
rol oynayan ve artık sermaye için bir yük ve kısıtlama haline gelen devlet
dolayımının kaldırılması anlamına gelmektedir. Tarım üreticilerini pazara
çeken, giderek sanayiye bağımlı hale getiren devlet, 80'lerde başlattığı tarımda
liberizasyon sürecini, bugün pazardan çekilerek uluslararası rekabete uygun
koşulların oluşturulması hedefiyle tamamlamak yönündedir.
Bu uygulamalar anlaşmalı
çiftçiliğin yaygınlaştırılması ile birlikte gitmektedir. Anlaşmalı çiftçilik,
hem sanayiye entegrasyonun halkalarından birisi hem de riskin üreticiye
yıkıldığı bir ilişki olarak köylünün sermayeye doğrudan bağımlılaştırılmasıdır.
Bunun ilk örneklerinden
birisi olan şeker pancarı üreticilerinin
% 80'ininden fazlası küçük üreticidir.
Ekim öncesi ekspertizler köye giderek üretici ile üretim koşullarını
belirleyen bir anlaşma imzalamakta, girdiler üreticiye hasat sonu ödenmek üzere
borç verilmektedir. Ne kadar üretimin hangi koşullarda yapılacağına ve kaça
alınacağına Şeker fabrikaları karar vermektedir.
Diğer bir çarpıcı örnek
ise fabrikasyon üretimin yapıldığı tavukçuluktur. Banvit gibi tekeller, çıkardıkları civcivleri
büyütülmek üzere anlaşmalı çiftçiye satmakta ve yetişmiş tavuğun kg.ını belirli
bir fiyattan geri almaktadırlar. Anlaşmalı çiftçinin tüm girdileri Tekellerden
almak zorunda olmaları ayrıca % 10 kar
bırakmaktadır. Bunların yanında hastalık vb nedenlerle ölen tavukların zararını
anlaşmalı çiftçi karşılamaktadır.
Yaygınlaşan bir örnek ise
"Mc donalds gibi hazır-hızlı yemek üreten firmaların yeni yatırım yaptığı
ülkelerde (Rusya, Türkiye) patates ve elma gibi girdilerin standardizasyonunun
sağlanması için sözleşme yapmaları kalite ve miktar ararken üretim fazlası ve
fiyat düşüşlerinin riskini üretici üstlenmektedir[22]"
Bunların yanında üç
yabancı banka ile birlikte TSEK'e talip olan Türkiye Kalkınma Vakfı ise küçük
üreticiye kredi, yem, hayvan vb girdilerin satın alınacak süte mahsuben ayni
kredi olarak verilmesini ve süt+yem fabrikaları önerisiyle hayvancılığı da
kontrol altına alacak bir sistem önermektedir.
Akdeniz ve Ege bölgelerinde ise uluslararası tekellerle anlaşmalı
organik çiftçilik yapılmaktadır. "Böylece köylü doğrudan tekellere bağımlı
hale getirilmektedir. Artık, neyi nasıl ne kadar üreteceğine, hangi girdileri
kimden kaça, ne kadar alacağına, ürünü kime, kaça satacağına fabrika karar
verecektir[23]".
Tarımda, devlet kendi
rolünü değiştirirken çalışanlarını da işlevsizleştirmektedir. Dün, TİGEM aracılığıyla ülkenin bitkisel ve
hayvancılık alanında üretimin artırılması, çeşitlendirilmesi ve ürünlerin
niteliğinin geliştirilmesi için çalışmalar yapan, çiftçilere uygun koşullarda
girdi sağlayan, onları eğiten devlet, bugün bu işlevlerinden eğitim
dışındakileri uluslararası tekellerin bir çok bağımlılaştırılan ülkeye
yerleştirdikleri araştırma geliştirme laboratuvarlarına devretmektedir. Yayın dışındaki eğitime ise TZOB talip ve bu
doğrultuda çalışmalar yapmaktadır. İşlevsizleştirilmekte olan TİGEM’in
arazilerini işsiz ve niteliksiz ziraat mühendislerine devretme öneri ve
hazırlıkları uluslararası sermayenin yeniden yapılanmasına hizmet eder
mahiyettedir. İşlevsizleşen tarım
teknisyeni, mühendisi masasında oturarak maaşını hak etmektedir. Yalnızca bir
istihdam yeri haline dönüştürülen tarımla ilgili kurumlara mevcut personel
fazla gelmektedir. Yenilerini alsa bile iş gördürmediği için ne yapacaktır
onu. Masalarında gazete okuyarak
mesailerini tamamlayan Tarım teknisyeni ve mühendise verdiği maaş yetmemekte,
onlar da döneme uyarak ek işler yapmakta ve bu ek işleri ön plana geçmektedir.
Kırdaki işgücünün sanayide
kullanılmasında taşeronlaştırmanın öne çıktığı görülüyor. Taşeron firmalar
aracılığıyla belirli yörelerde kırsal sanayi geliştirilmek istenmektedir.
Fason üretimi
gerçekleştirmek için, istenen kalite, miktar ve zamanda istenen parçaları
teslim edecek küçük ve orta boy işletmelere gerek vardır. Türkiye'de kırsal sanayi ile küçük ve orta
boy sanayinin desteklenmesi adı altında bu tür işletmeleri teşvik için KÖYTEKS
ve KOSGEB kuruldu. Bunların temel işlevi fason üretimi gerçekleştirmek için
Emek-yoğun yatırımlarla kırsal yörelere sanayi yatırımı yapması istenen özel
sektöre öncülük etmek, Küçük ve orta ölçekli sanayi işletmelerini ekonomik
gelişmelere uygun biçimde sanayiye entegrasyonu gerçekleştirmek olarak
belirtiliyor. Kırsal kesimin bankaya yatan tasarruflarını da çekmeyi hedefleyen
kırsal sanayi için 4222 köy merkez olarak seçilmiştir.
Tarımda çalışan sayısının
son yıllarda azalması, mülksüzleşmenin hızlanmasıyla açığa çıkan işgücünü orta
vadede "tarımsal hammaddeleri katma değeri yüksek sanayi ürünlerine
dönüşümü sağlayacak teknolojilerle tarıma dayalı yeni bir sanayi hamlesi[24]"
içinde değerlendirilmesini isteyen sermaye artık tarımın değil tarıma dayalı
sanayinin desteklenmesini istiyor. Bu amaçla kurulmuş olan KÖYTEKS; kaynak
bulamayan özel girişimciler için risk sermayesi ya da girişim sermayesi
modeliyle, "direkt kamu kaynaklarından fon temin eden bir risk sermayesi
organizasyonu rolünü[25]"
üstlenme hazırlığında. Böylece kamu kaynakları riske edilerek, özel sermayenin
zararı da kamu kaynaklarından karşılanmış olacak.
Sanayiye yaygın ve esnek
üretim modelinde genişleme olanağı sağlanması, tarıma dayalı sanayinin bu
temelde geliştirilmesi ve finanse edilmesi, devlet desteğinin buralara ikame
edilmesini gündeme getiriyor. Küçük ve orta ölçekli sermayenin esnek üretim
modeli temelinde bir yapıya büründürülmesi, "yan sanayi imkânlarını
genişleterek büyük sanayi işletmeleriyle ilişkilerinin güçlendirilmesi[26]" yönünde kırsal sanayi KOSGEB tarafından
teşvik ediliyor.
Bunun finansmanı mevcut
bütçe kaynakları yanında özelleştirme gelirlerinden sağlanacaktır[27]. Özelleştirmeden İşsiz kalanlara geçici bir
süre işsizlik primi ödenirken Yeni istihdam koşullarına göre eğitilip taşeronlaşmaları
sağlanacaktır.
KOSGEB aracılığıyla
MKK'nın planlarını çizdiği ve nihai ürün haline getirdiği silahların
parçalarının karadenizde yaptırılması, Huğlu'da kurulan Tüfek Kooperatifinin
kendisi Modern bir fabrikaya sahip olduğu halde tüfek parçalarını ortaklarına
parça başına, fason olarak yaptırması gibi uygulamalar kırsal sanayiden ne
amaçlandığı ortaya çıkmaktadır:
¾Her
köylünün, çok az bir masrafla fason üretim tezgâhı kurabilecek olması yatırım
maliyetlerinin düşürülmesi,
¾Servis,
kreş, öğle yemeği gibi maliyeti arttırıcı unsurları yok ederken, İşçi sorunlarının
da genel iş hukuku dışında çözülmesinin sağlanması;
¾ Ekonomik
dalgalanma, talep değişiklikleri ve çeşitliliklerine dayanma ve uyum göstermede
köylü ailesinin süratli ve esnek davranma avantajlarından yararlanılması;
¾Maliyetleri
minumuma indirmek suretiyle ana şirketlerin rekabet güçlerini artırması ve
pazar imkânlarının genişletilmesi için köylünün günün her saati ve ailenin tüm
fertleriyle birlikte bir yandan kendi arazisinde diğer yandan fason üretim tezgâhında
üretim yapması gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu sistemle "Kırsal nüfus
mekânından ayrılmadan... Mamul madde üretilinceye kadar ki her aşamada bir
üretici grubu çalışmakta, sonunda her bir üretici grubunun ürettiği parçalar
bir araya getirilerek nihai ürün elde edilmektedir.[28]"
Üretilenlerin pazarlanması
ve girdi teminini fabrikaların yanı sıra kırsal kesime bir tür hücre sistemi
ile yayılacak profesyonel pazarlama şirketlerince yapılacaktır. Bu ise üretimi denetleyen
üreticiyi kendi tezgâhında /malında boğaz tokluğuna çalıştıran "yeni tip'
tüccarların gelişmesi demektir. Bugün örneklerine Denizli civarında
rastladığımız ilişkilerin daha modernize ve organize biçimleri geliştirilmek
istenmektedir.[29]"
."Köylü bir yandan
tarlasını işler ve hayvancılık yapar diğer yandan tüm boş zamanını ve ailesinin
tüm fertleri ile gelir arttırıcı faaliyetlerde bulunur. Bunlar el sanatları,
süs eşyaları, halıcılık[30] vb. olabileceği gibi, fason üretimde olabilir.
Daha da olmadı yakında kurulan fabrikada çalışabilir. Tarlada çiftçi",
evde "müteşebbis", fabrikada "işçi" ama gerçekte hepsinde
"işçi-köylü" konumundadır. Üreteceğine ve fiyatlarda karar hakkı
olmayan, sanayiye ve uluslararası tekellerle, onların uzantılarına doğrudan
bağımlı bir hale getirilmek istenmektedir. Bu ilişkiler bir yandan yeni birikim
olanakları sunarken diğer yandan da tarımda büyük kapitalist işletmelerin
yaygınlaşmasını getirecektir.[31]"
Çiller Hükumetinin
uygulamaya koyduğu yeni politikalarla, KİT'lerin satışı hızlandırılırken,
tarıma desteklemenin kaldırılacağı, tarımsal kooperatiflerin işletmelerinin
tasfiye edileceği açıklandı. Ekonominin kaynak darlığını giderici yönde tipik
bir kemer sıkma politikası olarak şekillenen politikalar işçi, memur ve
çiftçilerin üzerinde etkili olacaktır.
SON SÖZ YERİNE
1940'larda ulusal tarım
yapılarının bir yandan korumacılık bir yandan üretim teşvikleriyle
desteklenmesi üzerinden oluşturulan uluslararası tarım ve gıda sistemi,
dünyanın birçok bölgesindeki tarımsal yapılar ve üreticilerin piyasa ilişkileri
ve tarıma yönelik alanlarda faaliyet gösteren çokuluslu şirketlere tabiiyetini
sağlamış ve uluslararası sermayenin kriz sonrası yeni ihtiyaçları karşısında
geçersiz hale gelmiştir. Tarımsal faaliyetlerle ilgili tüm alanların
liberalizasyonu ve özel sermayenin denetimine açılmasını gerektiren bu yeni ihtiyaçlar,
gerek tarımsal üreticiler gerekse de tarımsal girdileri kullanan sanayilerde
çalışan işçiler açısından önemli kayıplar anlamına gelecektir.
Özelleştirmeler tarım ve
sanayide çalışanlara yönelik ortak bir saldırının bir parçasıdır ve bu saldırının
tüm ekonomik faaliyet alanlarında çalışanlar açısından gerçek ücretlerinin
düşürülmesi, genel yaşam koşullarının kötüleşmesi gibi sonuçlar doğuracaktır.
Ancak tarıma yönelik özelleştirmelerin sonuçları sadece ekonomik koşulların
üreticiler açısından kötüleşmesiyle sınırlı değildir. Tarımsal ilişkilerin
çokuluslu şirketlerin ihtiyaçlarıyla uyumlu biçimde zora dayalı biçimde daha
fazla küreselleştirilmesi, dünyanın tüm bir kültürel ve coğrafi dokusunun da
daha fazla tahrip edilmesi demektir.
Sermayenin ihtiyaçları yönünde oluşturulan anti-demokratik bir
küreselleşmeye karşı, demokratik bir tarım ve gıda sistemi programının temeli,
istihdam ve gerçek gelirlerin korunmasından, güvenli ve besin değeri yüksek
gıdaların sağlanmasına, çevreyi koruyan bir tarımsal sistemin
geliştirilmesinden demokratik katılım mekanizmalarının oluşturulmasına dek
uzanan bir çerçevede oluşturulmalıdır.
Borç kıskacına alınan
azgelişmiş ülkelerin kaynakları uluslararası tekeller tarafından yağmalanmaktadır.
Bu yağmalamadan elde edilen karlar verilen borçları kat kat aşmaktadır. Örneğin
çokuluslu tarım şirketlerinin azgelişmiş ülkelerden kaçırdıkları parasız bitki
plazmalarını kendi denetimleri altındaki üretimi koruyucu ve geliştirici olarak
kullanmaktadırlar. Türkiye'den kaçırılan bitki plazmaları ile özel bir virüs
türüne bağışıklığı sağlayan bitki genleri Amerikan üreticilerinin yılda 150
milyon dolarlık zararı önlemesini sağlamaktadır. Bitki plazmalarının azgelişmiş
ülkelerden parasız ithalatı sadece ABD için yılda 66 milyar dolarlık kar ya da
tasarruf sağlamaktadır.
Buna karşılık Türkiye borç
faizlerini ödeyebilmek için kendi emekçilerinin sosyal haklarını kısmakta,
ortadan kaldırmaya çalışmakta, haklarını arayanları korku ve baskı ile
sindirmeye çalışmaktadır. Buna karşılık emekçilerin talepleri arasında kaynak
aktarımının engellenmesi amacıyla bitki plazmaları gibi değerlerin
kaçırılmasının önlenmesini istemekle birlikte borçların iptali de istenmelidir.
Türkiye'nin bağımsız bir gelişme gösterebilmesinin ve siyasal tutum alabilmesini
için bunlar için mücadele kaçınılmazdır.
Bu arada uluslararası tekeller
bitki plazmalarına istedikleri gibi ulaşabilmeleri için GATT görüşmelerine
araştırma laboratuvarlarının ve araştırmacıların bitki plazmalarına nerede
olurlarsa olsun serbestçe incelemelerini ve yararlanmalarını sağlayacak
maddeler koydurtmaktadırlar. Böylece bitki plazmalarına serbestçe ulaşırlarken,
bunlardan çıkartacakları ilaç, tohum vb.lerini patent hakları ile tekellerine
almaktadırlar. Bitki plazmalarının uluslararası tarım şirketlerinin araştırma
laboratuvarlarınca serbestçe kullanımını engelleyici bir hat oluşturulurken
bağımsız araştırma yapan ve teknoloji üreten merkezler organize edilmelidir.
Uluslararası tekeller
bitki florasını kendi ihtiyaç ve yönelimlerine göre yeniden
düzenletmektedirler. Üretim deseni tekellerin istemleri doğrultusunda yeniden
düzenlenirken, doğa örtüsünü kirletici ve tahrip edici kimyasal-biyolojik
girdiler kullanılmakta, sanayiler kurulmaktadır. Doğa dengesini yok eden bu
tutuma karşı doğanın dengesini gözeten, bitki florasını zenginleştiren bir
üretim deseni ve üretim girdileri için mücadele edilmelidir.
Tarımsal üretimde kendine
yeterliliğin yok edilmesi, üretim deseninin değiştirilmesi, ithalatın
serbestleştirilmesi vb. ile tarım uluslararası tekellerin ihtiyaç ve
yönelimlerine göre yeniden biçimlendirilmektedir. Bunun gerçekleşmesi için
yapılan KİT'lerin tasfiyesi, yeni prim sistemi, borsa vb. uygulamalar aynı
zamanda üreticilerin sermayeye doğrudan bağımlılaştırılmasına neden olmaktadır.
Böylece neyi, ne zaman, nasıl ekeceğine, kime, nasıl, kaça satacağına sermaye
karar vermektedir. Üreticiler ürünleri ve üretim üzerindeki söz ve karar
hakkını ortadan kaldırıcı bu bağımlılaştırmaya karşı üreticilerin söz ve karar
hakları için mücadele öne çıkmaktadır.
Sermayenin doğrudan
egemenliğini kurabilmek için devlet, istihdam ettiği ziraat teknisyeni ve
mühendislerini işlevsizleştirerek masa başlarında zaman öldürür hale
getirmiştir. Bu nedenle ziraat teknisyeni ve mühendislerinin mesleklerini icra
edebilmek için mücadeleleri sermayenin doğrudan egemenliğine karşı bir muhteva
taşımak zorundadır. Ziraat teknisyeni ve mühendislerinin işlevsizleştirilmeye
karşı, söz ve karar hakları için mücadele etmeleri aynı zamanda uluslararası
sermayenin yerleştirmekte olduğu sisteme karşı bir muhteva taşımalıdır.
Tarımdaki bu yeni
uygulamalar ve yönelimler Türkiye'yi uluslararası sermayenin açık bir pazarı
haline getirme stratejisinin bir parçasıdır. Türkiye halkı Osmanlı
imparatorluğu zamanındaki gibi uluslararası sermayenin doğrudan denetimine
sokulmak istenmektedir. Bu yerleştirilmekte olan sistem halkların yeniden
sömürgeleştirilmesidir. Bu yeniden sömürgeleştirmenin araçlarından birisi olan
özelleştirmeye karşı alınacak tutum turnusol kâğıdıdır.
Özelleştirmeyi savunmak demek
uluslararası sermayenin doğrudan egemenliği ile birlikte yeniden sömürgeleşmeyi
de savunmak demektir.
Özelleştirme karşısında
tasfiye edilmekte olanı savunmak ise, sermayenin bir başka egemenliğini,
tıkanmış ve sürekli krizler içerisinde bulunan egemenliğini savunmak, ona yol
göstermek demektir.
Özelleştirmeye demokratik
bir halk hareketi ile karşı çıkılmalıdır.
Tıkanan ve tasfiye edilen eski ilişki ve kurumların yerine halkın
demokratik ilişki ve kurumları oluşturulmalıdır. Söz ve kararın üreticilerde
olduğu, ortaklaşa olarak kendi demokratik ilişki ve kurumlar üretebildikleri
bir hat oluşturulmalıdır.
Böylesi bir hat aynı
zamanda yeniden sömürgeleştirme harekâtı içerisinde yeniden kimliklenmeye tabii
tutmaya karşı da bir hat olmalıdır. Yeni kimliklendirme emekçileri tüketici ve
vergi verenler olarak niteliklendirirken, İnsanların sürekli olarak birbirleri
ile rekabetini, bencilliği, çıkarcılığı günlük yaşamın olağan tutumları haline
getirmektedir.
Buna karşı insanların
yaşamın her alanında ve düzeyinde üretkenleştirilmesi temelinde kolektif bir
çalışma disiplini ve yaşama tarzını hedef alan ve bunun koşullarını oluşturan
bir hat oluşturulmalıdır. Rekabetin yerini yardımlaşma ve dayanışmanın aldığı,
seyreden değil üreten ve müdahale eden insanların oluşturduğu birliktelikler
oluşturulmalıdır.
Demokratik halk
kooperatifçiliği bunlardan birisi olabilir. Demokratik halk kooperatifçiliği,
"Gönüllü küçük üretici aileleri bir araya gelerek oluşturdukları kolektif
üretim birimleri" olarak bürokrasi ve kırtasiyeciliğin olmadığı,
üreticilerin tüm süreçlerde kararı kendilerinin verdiği ve bu kararları
kendilerinin uyguladığı bir organizasyon olarak yalnız tarımsal üretimi değil
aynı zamanda tarımsal ürünlerin işlenmesi ve dağıtımını üstlenmelidir.
Demokratik halk
kooperatiflerinde istihdam edilecek ziraat teknisyeni ve mühendisleri, çeşitli
uzmanlar üretimin bilimsel esaslara göre yapılmasını sağlarlarken, kurulacak
araştırma ve geliştirme merkezleri sürekli olarak gelişimini sağlamalıdırlar.
Bugün işlevsizleştirilen
ve /veya tasfiye edilen TMO, TZDK, Tarım Satış ve Kredi kooperatifleri gibi
kurumlar üreticilerin belirleyici hale gelecekleri şekilde yeniden
yapılandırılmalıdır. Yeniden yapılandırılan bu kurumlar olanaklarını Demokratik
Halk Kooperatiflerinin kurulması için seferber etmelidirler. Demokratik Halk
Kooperatifleri kurulduktan sonra bu kurumları devralmalıdırlar.
[1]Sözü çok edilen
"Karşılaştırmalı üstünlük"ler uluslararası tekellerin istediği
alanlarda uzmanlaşmaktır. Bu, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına ve
gelecekteki yönelimlerine göre üretim yapılmasını getirmektedir.
Bağımlılaştırılan ülkelerin bağımsız olarak kendi ihtiyaçlarına göre
yönelmelerini ve teknoloji geliştirmelerini önlemektedir. Böylece teknoloji
uluslararası tekellerin denetiminde kaldığı gibi ülkeler arasındaki uçurumda
gittikçe açılmaktadır.
[2]TOBB Ekonomik Rapor
1992 S.112
[3]Hükumet Protokolü S.12
[4]Hükumet Protokolü S.9
[5]Hükumet protokolü S.11
[6]TOBB Ekonomik Rapor
1992 S.130
[7]Dünya Bankası Raporu,
Aktaran Gözlem, 31 Ağustos 1992
[8]Dünya Bankası Raporu,
Aktaran Gözlem,1 Ağustos 1992
[9]TOBB Tarım Özel
ihtisas Komisyonu Raporu s.178
[10]Ziraat Bankası
kredilerinim Toplam kredilere oranı, 1924 yılında % 61.1 olurken, 1938'de
14.7'düşmüş, 1944'de 23.1'e, 1950'de % 31.67'ye çıkmış, 1960'da 24.81 olurken
1963'de % 33.58'e, 1970'de % 34.01'e yükselirken 1972'de % 23'e düşerken
1976'da % 40.0'ra yükseliyor, ondan
sonra düşüşe geçerek 1983'de % 5'e kadar düştükten sonra tekrar yükselişe
geçiyor.
[11]"Buğday
destekleme fiyatlarındaki yıllara göre değişimle, Traktör fiyatlarındaki
yıllara göre artış oranı bir uyum içinde gelişmiştir " (TOBB Tarım Özel
ihtisas Komisyonu Raporu s.178)
[12]Kırsal sanayi
sempozyumu DPT 1993 s. 200, 202
[13] Prof. Dr. Nazmi AÇIKGÖZ TMMOB Ziraat
Mühendisleri Odası "Türkiye'de tohumculuğun Gelişimi ve geleceği"
Sempozyumu s.177
[14]Tohumculuk sanayi ve
gelişimi TOBB Ankara 1990
[15]Tarım ve Köy Dergisi
Mayıs 1993 s.45
[16]Bu bölüm büyük ölçüde
Türkiye Ziraatçılar Derneği tarafından yayınlanan Tütün Raporu 1993'den
yazılmıştır.
[17]Dünya Bankası Raporu
Aktaran Gözlem, 31 Ağustos 1992
[18]Sabah Gazetesi 13 Ağustos 1993
[19]TOBB Ekonomik Rapor
1992 S.132
[20]Vadeli işlem borsaları
ilk defa 1842 yılında ABD'de Chicago piyasasında kurulmuş, daha sonra New York,
Tokyo, Londra borsaları faaliyete geçmiştir.
[21]TOBB Ekonomik Rapor
1992 S.132
[22]Deniz YENAL &
Zafer YENAL Toplum ve Bilim Bahar 1993 S.107
[23]Mülkiyeliler Birliği
Dergisi Ağustos 1993 S. 15
[24]Dr. Haydar TUNCER
Kırsal Sanayi Sempozyumu Tebliğler S:20
[25]A. Atilla ÇELİK,
Kırsal SAnayi Sempozyumu Tebliğler, S.304
[26]Görkan ÖZBİLGİN,
Kırsal Sanayi Sempozyumu Tebliğler S.316
[27]Hükumet Protokolü S. 9
[28]Prof. Dr. Nurettin
YILDIRAK Kırsal Sanayi Sempozyumu Tebliğler s.67
[29]Mülkiyeliler Birliği
Dergisi Ağustos 1993 S. 16
[30]son on yılda
yaygınlaştırılan halk eğitim hizmetlerinde özellikle kadınlara el sanatları vb.
öğretilmektedir.
[31]Mülkiyeliler Birliği
Dergisi Ağustos 1993 S. 16
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.