Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz?
Ya da satabilirsiniz?
Ya toprakların
sıcaklığını?
Havanın taze kokusuna,
Suyun pırıltısına.
Sahip olmayan biri onu
nasıl satabilir?"
Yukarıdaki
sözler, topraklarını satması istenen Duwarmish Kızılderilerinin
Reisi Seattle tarafından ABD
Cumhurbaşkanı Franklin Pierce'e yazılan mektuptan
alındı. Mektubun özü, size toprağı sattığımızda, sizler toprağı ve doğayı
tahrip edersiniz, onun için satmak istemiyoruz, satmazsak da silahlarınızla
gelip alırsınız, onun için de satmaya mecburuz şeklindedir. Bu yaklaşım aynı
zamanda “sanayi devrimi”nin temelini ve sonuçlarını anlatması bakımından
önemlidir.
“Sanayi devrimi”ne kadar insanın doğadan
yararlanmak için yaptığı aktiviteler , doğayı tahrip etse de bu tahribat yerel
özellikler göstermiş ve yavaş yavaş gelişmiştir. “Sanayi devrimi'inin
yayılmasına paralel olarak, sınai, ticari, tarımsal ve kentsel aktiviteler sonucu
doğanın
ve çevrenin tahribi evrensel özellikler göstermeye
başlamış ve geçmiş bin yıllarla kıyaslanamayacak ölçüde artmıştır. Son 50 yılda
doğayı denetim /egemenlik altına alma adı altında doğal kaynakların savurganca
kullanılmasına, çevreye zararlı kimyasal maddelerin üretim, ticaret, kullanım
ve deşarjlarındaki pervasızlığa doğanın yanıtı "ben iflas ediyorum, bu
süreç böyle devam ederse senin ekonomik varlığından öte biyolojik varlığın da tehlikeye girecek"
şeklinde oldu.
Tarımsal üretim eko-sistemin tahribinden etkilenir
ve kendisi de tahribe neden olur. Tarımsal üretimi tehdit
eden doğanın tahribi ve doğayı tahrip eden tarımsal üretim faaliyetlerinin başlıcalarını
aşağıdaki gibi maddeleştirebiliriz.
Tarımsal üretime olumsuz etki eden doğa tahribi etmenlerinden başlıcaları:
· Tarım
alanlarına sanayi tesisi kurulması ve zehirli atıklar,
· Karayollarının
birinci sınıf tarım arazilerinden geçmesi,
· Verimli
tarım arazilerine yönelen şehirleşme,
· Kirli sulama sularının tarımsal ürüne etkisi
· Asit yağmurlarının etkisi,
· Tarım topraklarının toprak ve maden sanayinde
kullanılmak suretiyle yok edilmesi,
· Ozon
tabakasının incelmesinin yol açtığı atmosferdeki sera etkisi.
Doğayı tahrip eden tarımsal
üretim etmenlerinden başlıcaları:
· Tarımsal
mücadele ilaçlarının kullanımı,
· Gübrelemenin
toprağa yapısını bozması,
· Yanlış
sulamanın toprakta erozyona yol açması,
· Yanlış
toprak işlemenin tarım arazilerindeki etkisi,
· Arazi
kazanmak amacıyla sulak sahaların kurutulması,
· Ormanların
yok edilmesi,
· Hayvansal
atıkların yol açtığı kirlenme,
· Meraların aşırı
otlatılması,
· Bitki ve hayvan büyüme
düzenleyicilerinin insan sağlığına etkisi.
1.TARIMSAL ÜRETİMLE İLGİLİ BELLİ BAŞLI KİRLİLİK ETMENLERİ
Tarımsal
uygulamalar, hem küresel hem de bölgesel ölçekte çevre kirletici olduğu gibi, çevre
kirliliği de tarımsal üretimi olumsuz etkilemektedir.
1.1 Ormansızlaştırma
Yüzyıllar
önce Anadolu'nun % 72'sinin yemyeşil ormanlarla kaplı olduğu biliniyor. Çok
değil 5 yüz yıl önce Ankara da ormanlarla kaplıydı. Hatta Timurleng, Yıldırım
Beyazıt ile savaşında fillerini Çubuk Ormanına saklamıştı. Orman o kadar sıktı
ki Yıldırım Beyazıt filleri görememişti. O durumdan bugün eser kalmadı; Ankara
ovasının, bereketli toprakların büyük bir kısmında "çağdaş kentleşme"
adı altında binalar yükseltiliyor. Anadolu giderek çölleşiyor, Ankara ise
bozkırlaşıyor.
Ormansızlaştırma,
yerleşim yeri açmak, tarımsal üretim yapmak üzere toprak elde etmek, ticari ve
sınai faaliyetler için, ya da bunların sonucu olarak, savaş gibi çeşitli
etmenlere bağlı olarak, yüzyıllardır sürmektedir. Asit yağmurlarının İskandinav
ülkeleri, Kanada ve Almanya'da ormanları yok ettiği saptanmıştır. Türkiye'de de
Karadeniz sahillerindeki, Muğla civarındaki ve Kaz dağındaki ormanların asit
yağmurlarından kaynaklanan ölümlere ve bozulmalara uğradığına ilişkin güçlü
belirtiler vardır.
Ormanlarla
birlikte yok edilen hayat kaynağı oluyor. 25 metre boyu ve 15 metre çatısı olan
bir ağaç 1 saatte 72 kişinin kullandığı 1.5 kilogram oksijeni üretiyor. 100 yaşındaki
bir ağaç fotosentezle 40 kişinin 1 saatte çıkardığı 2350 kilo karbondioksidi
yok ediyor. Her yangın atmosferdeki karbondioksitti biraz daha arttırıyor. Bu ise yağış düzeninden, havanın sıcaklığına dek
her şeyi altüst ediyor. Ayrıca, orman canlılara barınma ve besin sağlıyor, iklim şartlarını yumuşatıyor.
Günlük
yaşamda kullanımı giderek artan kâğıt ürünleri, ormanların yok edilmesini
hızlandırmaktadır, Türkiye'de yalnızca atılabilir çocuk bezleri üretimi için 1
milyon ağaç kesilmektedir. Yek edilen her orman ile birlikte yeşil örtü
kaybolmakta, toprak erozyonu oluşmakta, eko-sistemin bozulması ile iklim
değişmekte ve doğal varlıklar yitip gitmektedir. Bu süreçle birlikte toprağın
su depolama kabiliyeti azalıyor, tarım alanları verimsizleşiyor. Kısacası
ormanların yok edilmesinin esas sonucu doğanın dengesinin bozulması oluyor.
1.2.
Kimyasal
Gübreler
Kimyasal
gübrelerin üretimi ve kullanımında ne kadar titiz davranılırca davranılsın
çevre kirliliği oluşur. Buna bir de yanlış gübreleme eklendiğinde, çevrenin
kirletilmesi daha da artıyor. Gübre sanayi, etrafına yaydığı, amonyak,
sülfirikasit, fosfor ve arsenik gibi maddeler nedeniyle çevreyi en çok kirleten
sanayiler arasındadır. Fosforlu gübre üretiminde fosforik asit ile sülfürik
asit kullanılmaktadır. Fosfat sülfürik asit ile reaksiyona girdiği zaman mevcut
flor, floraside dönüşür. Açığa çıkan bu asidin bir bölümü havaya, bir bölümü
ise yıkanmak suretiyle atık sulara karışır. Fosforlu gübre üretiminde ortaya
çıkan kirleticilerden birisi de "jips" denilen kalsiyum sülfattır.
Üretimi sırasında tonlarla ifade edilen miktarda ortaya çıkan jips, suda
oldukça fazla erime özelliğine sahiptir. Ayrıca, azotlu gübre üreten
tesislerden de çevreye çeşitli azot oksitleri, amonyak gibi gaz ve sıvı
kirleticil1er ile kimyasal gübre tozları yayılmaktadır.
Tarımda
kullanılan gübrelerin % 50’si bitkilere yararlı olabilmekte, geri kalan kısmı
toprak sisteminden yıkanma, yüzey akışı ve buharlaşma ile uzaklaşmaktadır.
Gübrelemede kullanılan azotun % 50'si ağırlıklı olarak yeraltı sulan yoluyla
çevre kirliliğine yol açmaktadır. Fosfatın içerdiği kadmiyumun yaklaşık % 80i
kültür bitkileri tarafından absorbe edilmektedir. Fosforlu gübre, içerisinde
taşıdığı kadmiyum ve bakırın yüzey sulan ile taşınması sonucu çevre
kirliliğine neden olmaktadır. Gübrelerde bulanan ağır metaller, siyanür,
karbonhidrat, azot oksitler ve diğer kimyasal maddeler de çevreyi
kirletmektedir.
Gübrelemede
temel amaç toprakta ve bitkide eksikliği belirlenen bitki besinlerini toprağa
vermek suretiyle toprağın verim gücünü arttırmak olduğu halde, üretici toprak
tahlil sonuçlarına göre değil, çok gübre kullanımının çok ürün
getireceği anlayışı ile hareket etmesi zararları çoğaltmaktadır. Bu zararlar,
bir süre sonra toprak veriminin düşmesi, doğanın tahribinin, ürün maliyetinin
ve dışa bağımlılığın artması olarak sayılabilir.
Akdeniz
bölgesindeki topraklarda kireç kapsamının büyüklüğü, bilinçsiz gübre kullanımı
ile birleştiğinde fosfor, demir, çinko, manganez gibi elementlerin
absorbsiyonunu sınırlama, kurşun birikimine, dolayısıyla bitki besin dengesinin
bozulması yüzünden önemli ürün ve kalite kayıplarına neden olmaktadır.
Kimyasal
gübreleme sonucunda toprakta sertleşme, yapısında bozulma oluşmaktadır.
Böylece, toprağın humus kapasitesi azalmakta ve bozulmakta, toprak erozyonunda
artış olmakta, ürün kalitesinde azalma ve bitki ve bitkilerle beslenen
canlılarda dengesiz beslenme artmakta ve sağlık sorunları ortaya çıkmaktadır.
Bu arada bitki, ağaç, hayvan ve suda yaşayan canlılar ve mikroorganizmaların
genetik özellikleri bile bozulabilmektedir.
İçme
sularında, yeraltı ve maden sularında yoğun miktarda kimyasal madde kalıntısı
birikmesi insan vücudunda çeşitli olumsuzluklara yol açmaktadır. Bunlardan
ikisi kanın oksijen taşıma kabiliyetini ortadan kaldırması ve kanserojen
etkisidir. Fosforlu gübre üretiminde kullanılan florun üretim işlemi sırasında
suya ve havaya verilmesinin hayvanlar üzerinde ölüme varan etkileri oluyor.
Florun büyükbaş hayvanlardaki etkileri, diş ve kemiklerin yumuşamasıyla
başlayıp, hayvanın iyice zayıflaması, sütten kesilme, deride sertleşme,
tüylerde kuruma ve kırılma ile devam ediyor.
1.3.
Tarımsal
Mücadele ilaçları
Çevre
kirliliği oluşturmayan tarımsal mücadele ilacı yoktur, tümü şu ya da bu
derecede çevre kirliliği oluşturur. Buna bir de yanlış ilaçlama sonucu oluşan
çevre kirliliği eklendiğinde, tarımsal mücadele ilaçların çevre üzerindeki
tahribatı artmaktadır[2].
Bu tahribat ilaç kalıntılarının toprak ve suda birikmesi, havaya karışması ile
meydana geliyor.
Zararlılarla
mücadele için kullanılan ilacın ancak % 1’’i hedef alınan canlı üzerinde etkili
olmakta, geri kalan kısmı hedef alınmayan organizmalara, ekosistemlere kimyasal
kirleticiler olarak karışmaktadır. Kimyasal ilaç kullanımı sonucu 447 tür ilaca
karşı bağışıklık kazanmış, buna karşılık birçok tür yok olma tehlikesi ile
karşı karşıya kalmıştır. Zararlıları yok eden türlerin de ilaçlarla yok
edilmesi sonucu zararlılarda artış olmuştur.
Kimyasal
ilaçların üretimini, dağıtımını, satışını yapan, bunları kullanan ve kimyasal
ilaç kalıntısı olan besinlerle beslenen insanlar, zehirlenme riski ile karşı
karşıyadırlar. Havadan ilaçlamanın sadece % 45'i hedef bitkiye gidiyor, % 10’u
buharlaşma, sızma ve yüzeysel taşınmaya uğruyor. İlaçlama sırasında koruyucu
elbise kullanılmaması üreticilerin ve tarım işçilerinin sağlığını olumsuz
etkiliyor. Havadan yapılan ilaçlama sırasında, uçağa işaret vermek amacıyla her
tadanın başına oturtulan insanların gün boyu zehirle duş yapması olumsuz etkiyi
artırıyor.
Kimyasal
ilaçların bir çoğu genetik karakterlerde değişmelere, endokrin ve hormonal denge durumuna etki etmektedir. Fungisitlerin
kümes hayvanları tarafından alınması yumurta verimini düşürmektedir. Hayvanların
do- kulan içerisinde biriken ilaç kalıntıları karaciğer, böbrek gibi organların
fonksiyonlarını bozmanın yanında, ölümcül etkiler de gösterebilmektedir.
Tarım
ilaçlan canlı yaşamını ve eko-sistemi büyük ölçüde olumsuz etkiliyor. Sudaki
bir birimlik pestisit yoğunluğu, küçük balıklarda 500’e, avcı balıklarda 75.000'e,
balıklarla beslenen kuşlarda 80.00’e yükselmesi, havadaki 1 birimlik pestisit
yoğunluğunun insanda 1 milyon birime ulaşması, ilaç kalıntılarının ne derece
zararlı olduğunu gösteriyor. İlaç kalmalarından etkilenerek ölen kuşlar ve
böcekleri yiyen diğer hayvanların vücutlarında, ilaçlamada kullanılan kimyasal
madde kalıntıları birikmesinin, insanlar ve diğer canlılar üzerinde öldürücü
dereceye varan etkisi olabilir. Özellikle ilaçların uygulandığı alanlarda doğal
ve suni drenaj yapılmıyorsa ve kapalı havzalardaki göllere karışıyorsa, bu
tehlikeler daha da artar.
Bir
çok ilacın yıkama, pişirme gibi işlemelerle giderilmesi mümkün olmayıp, ilaçlama
ile hasat arasındaki süre kısaldıkça insanlar üzerindeki zararlı etkisi
artmaktadır. Türkiye'de ilaçlama ile hasat arasında ortalama bir hafta olan
süre Almanya'da 18 gün, Hollanda'da ise 21 gün olarak tespit edilmiştir. Meyve
hasadında ise Türkiye'de 5 gün beklenirken, İngiltere'de 25 gün, İsviçre'de ise
30 gün beklenmektedir. Türkiye'de ilaçlama ile hasat arasındaki sürenin oldukça
kısa olması hasat yapan emekçilerin ve o ürünü kullanan insanların sağlığını
olumsuz etkilemektedir.
Toprakta
biriken ve suya karışan ilaç kalıntıları topraktaki yararlı mikroorganizmaları,
solucanları, yararlı böcekleri öldürebilmekte, çiftlik hayvanlarını, bal arılarını
ve yabani hayvanları zehirleyebilmekte, insanlarda akut ve kronik zehirlenmelere
neden olabilmektedir. Ayrıca, ilaçlama sırasında gerekli hijyenik koşullara
uyulmaması da insanlarda zehirlenmeler yol açabilmektedir. Üstelik ürün
maliyeti artıp, kalitesinde düşme olmakta ve dışa bağımlılık da artmaktadır.
1.4.
Sulama
Sulama
yapılan arazide tarla içi geliştirme hizmetlerinin yapılmaması ve gereğinden
fazla su verilmesi, toprağın çoraklaşmasına, dolayısıyla verimsizleşmesine yol
açarken, kimyasal gübre, tarımsal ilaç gibi etmenlerin çevreye verdiği zarar da
arttırmaktadır. Bu tür kirlenme esas olarak dünyada ve Türkiye'de en yaygın
sulama şekli olan suyun araziye kanaletler halinde yastık ve tavlalarla
akıtılmasından kaynaklanmaktadır. (Türkiye'de sulanan arazinin % 95’i yüzey
sulaması yöntemi ile sulanmaktadır.) Sulanan araziye gerekli sudan fazlasının
verilmesi, tuzluluk oranın artması dolayısıyla verimsizleşme ile birlikte
erozyonu da arttırabilmektedir. Böylesi bir dununla ABD, Kaliforniya'daki Imperial Valley'de 1910’da, Irak, Özbekistan ve
Türkmenistan'da ise günümüzde karşı karşıya gelinmiştir. Aşın sulama, organik
maddelerin tahribi ve toprağın kimyasal ve fiziksel verimliliğinin azalması
sonucu besin kaybı olmakla ve tarla içi ve civan flora ve fuanaya zarar verebilmektedir.
Sulama
sırasında da tuzlar, sulama suyu ile bitki kök bölgesine iletilirler ve burada,
suyun gerek buharlaşma ve gerekse de bitki kullanımı ile tüketilmesi sonucu
biriktirilirler. Toprak ortamında yeterli su vardır, ancak bitki kökleri, yüksek
ozmik basınç nedeni ile bu sudan yaralanamamaktadırlar. Fizyolojik kuraklık,
suyun alımının zorlaşması ile bitki büyümesini yavaşlatır ve sonuçta verim
azalır. Buna karşılık yapılması gereken arazi tevsi ve toprak altı drenaj
çalışmaları çok yetersizdir. Sulanan arazinin yüzde 10’nu kadarında arazi tevsi
çalışması yapılırken, toprak altı drenaj sistemi yüz binde 10’nunda bile
kurulmamıştır.
Sulama
yatırımlarının ulaştığı düzey ve sulu tarıma geçişin rutubeti artırması ile,
daha şimdiden Türkiye'de GAP Bölgesi'nde, ekolojik bir değişim yaşanmaktadır.
Ortalama sıcaklık yüksekliği buharlaşma ve terlemeyi büyük oranda arttırarak su
kaybını büyük boyutlara yükseltmekte ve arazinin fazla sulanmasına neden
olmaktadır. Bu ise havadaki nem oranını yükseltmektedir. (Çukurova'nın
sulanması ile de Adana'da havadaki nem oranı % 30dan % 90lara çıktı. Bu
insanların hareket etmesini bile oldukça sınırlarken, eskiden olmayan
zararlıların üremesine de yol açtı.) Şu anda, Bölgede, daha önce olmayan bitki
hastalık ve zararlılarına rastlanmaya başlandı. Bölge halkı karılaştıkları
hastalık ya da zararlıyı tanımadığı için başarısı tesadüfe bağlı mücadele
yürütmek zorunda kalıyor. Diyarbakır Tabipler Odası, hazırladığı bir raporla
da, sulamanın artması ile tropikal bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkabileceğini
ve bu hastalıklara karşı önlemlerin şimdiden alınması gerekliliğine dikkat
çekti.
2. ÇEVRE
KİRLİLİĞİNİN TARIMSAL ÜRETİM ÜZERİNE GENEL ETKİLERİ
Enerji ve sanayi
tesislerinin katı, sıvı ve gaz atıkları, hatalı ve aşın ilaç ve kimyasal gübre;
kullanımının yol açtığı kirlilik, eko-sistemlerin karşılıklı bağımlılığı ve
geçişkenliği nedeniyle son derece geniş alanlara yayılmakta ve çok değişik
biçimlerde etkisini göstermekte olup hava, toprak, su kirliliğini
oluşturmaktadır.
2.1. Hava Kirliliği
Tarımsal
uygulamalar, hem küresel hem de bölgesel ölçekte atmosferi kirletmektedir.
Toprak işleme, anız ve savanların yakılması, tarım alanı açma amacı ile orman
yakılması, gübre ürerimi ve ilaç kullanımına bağlı olarak atmosfere önemli düzeyde
kirletici yayılmaktadır. Tarımsal ürerimi etkileyen hava kirliliğine yol açan
etmenlerin başlıcaları fabrika ve santrallerden çıkan zehirli gazlar, otomobil
eksozu gazlan, sprey vb. kullanımı olarak sayılabilir.
Bacalardan
çıkan karbondioksit, aerosol
spreyler ve
soğutmada kullanılan kloroflorokarbonlann ozon tabakasını tahrip etmesi sonucu,
dünya ikliminin değişeceği bir çok bilim adamınca belirtilmektedir. "Sera
etkisi" adı verilen bu olgunun yeryüzündeki insan, hayvan ve bitki yaşamı
üzerindeki olası etkileri tam olarak bilinmemekledir.
Fabrika
ve santrallerden atmosfere bırakılan kükürt dioksit, nitroz oksit ve amonyum
gibi gazların atmosferde form değiştirmesi sonucu oluşan asit yağmurları
yüzlerce mil uzaklıktaki canlı yaşamı ortadan kaldırabilmektedir. Asit
yağmurlarının etkisiyle Avrupa ve Amerika kıtalarında 7 milyon hektar orman
ölmüştür. Kaliforniya’da hava kirliliğinin 1 yılda tarıma verdiği maddi zarar
300 milyon dolar olarak hesaplanıyor. Yatağan Termik Santralinin çevresinde
tarımsal üretim yapılmasını engellediği ve ormanları yok ettiği saptanmıştır.
Buna rağmen doğa harikası yerlerde termik santraller yapılmaya devam ediyor. Bu
termik santral ancak 30-40 yıl süreyle
faaliyette bulunabileceği göz önüne alınırsa, bu kadar kısa süre için doğanın
böylesine tahribine olanak tanıyan zihniyet nasıl bir zihniyettir sorusu yanıt
bekliyor.
Hava
kirliliği sonucu, toprakta biriken kurşun, kadmiyum, cıva, çinko, bakır ve
nikel gibi ağırı metaller ile toksiklerin toprak üzerine etkileri tam olarak bilinmemekle
birlikte, topraklardaki ağır metallerin hareketliliğinin arttığı ve bu
maddelerin topraktan yıkanması sonucu yeraltı suyu kirliliği meydana getirdiği
biliniyor.
Çeşitli
sınai faaliyetler sonucu ortaya çıkan arsenik, kurşun, cıva, molibden, gaz ve
partül halindeki floridler, insektisitler ve sinir gazı gibi kimyasallar,
bitkilerde fotosentezi yavaşlatırken, hayvanlarda verim düşüklüğünden,
zehirlenmeden ölümlere kadar bir çök olumsuz etkilere yol açmaktadır. Bunun
sonucu hayvansal ve bitkisel üretimde verim azalmakta, ürün kalitesi
bozulmaktadır. Kükürtdioksidin en çok etkilediği bitki türü tahıllardır. Kurşunlu
benzin tüketiminden kaynaklanan kurşun bitkilere doğrudan zarar verdiği gibi
havadan suya geçebilmektedir. Bu, su ile beslenen bitki ve hayvanlar
aracılığıyla insanlara kadar geçebilmektedir.
2.2.
Su
Kirliliği
Tarımsal
üretimi etkileyen su kirliliği etmenlerin başlıcaları, fabrika, santral ve ev
atık sulan, kimyasal gübre ve tarımsal ilaç kullanımı olarak sayılabilir.
Dünyada kullanılan suyun 2/3’ü
kirlenmiş durumdadır. Su kirliliğinin nedenleri, evsel, sınai ve tarımsal
kaynakla kirlenmeler olarak üç başlık altında toplanabilir. Evsel nitelikli
kirlenmeye, fekal atıklar, organik atıklar vs. neden olur. Sınai nitelikli
kirlenmeye, kimyasal atıklar, atık ısı, radyoaktif atıklar vs örnek olarak
verilebilir. Tarımsal nedenli kirlenmeye, pestisid ve kimyasal gübrelerin
yanlış kullanımı neden olmaktadır.
Bu
kirlilik kaynaklan ile bir taraftan akarsular kirlenirken, diğer taraftan
yeraltı sulan ve gelecekte içme suyu kaynağı olarak kullanacak göller de
kirlenmelere maruz kalmaktadır. Keza denizler bu kirlilik kaynaklanılın yanı
sıra, gemilerin sintine, balast ve tahliye sulan ile petrol boşaltından
dolayısıyla petrol atıklarına maruz kalarak son yıllarda oldukça kirlenmiştir.
İnsanın
doğrudan doğruya sağlığını tehdit eden su kirliliğinin Türkiye'de ulaştığı
durum ürkütücü boyutlardadır. Türkiye'de su kirliliği ilk kez Haliç'in evsel ve
sınai atıkları taşıyan kanalizasyon haline dönüşmesi ile dikkati çekmeye
başlamıştır. Bunu İzmit ve İzmir körfezlerinin kirlenmesi ile Porsuk Çayı'nın
kirlenmesi takip etmiştir. Bugün yoğun su kirliliğinin yaşandığı yerler;
Marmara ve Karadeniz, İskenderun, İzmit, Haliç Çandarlı Körfezleri, Ankara,
Simav, Nilüfer Çayları, Sapanca, İznik, Bundur, Eber, Ulubat, Mogan, Tuz
Gölleri, Büyük Menderes, Kızılırmak, Gediz, Ergene ve Sakarya Nehirleri olarak
sayılabilir.
Marmara
Denizi'nin kirlenmesinin sonuçlarından birisi ticari değeri olan balık türlerinin
son 30 yılda 125'den 4'e düşmesidir. Yine dünya verimlilik sıralaması
kriterlerine göre 2. derecede verimli olan ve Türkiye'nin deniz ürünlerinin %
85'ini elde etliği Karadeniz her geçen gün biraz daha bu özelliğini
kaybetmektedir. Karadeniz'in kirlenmesinde, Dinyeper, Dinyester, Don, Tuna gibi
Türkiye dışındaki nehirlerden dökülen zehirli sular başlıca rolü oynamıştır.
Bir zamanlar hiç kuşku duyulmadan suyu içilebilen Büyük Menderes bugün
çevresindeki alanlara zehir saçarak tüm canlıların yaşamını tehdit eder hale
gelmiştir. Gediz nehrini tavuk çiftliklerinin atıkları kirletmiştir. Ergene
havzası, evsel ve sanayi atıklarının su ile taşınması sonucu tarımsal üretim
yapılamaz hale gelmiştir. Tuz gölü evsel, sınai ve sulama suyu ile her geçen
gün biraz daha kirlenmekte ve bu gölden çıkarılan tuzdaki ağır metal ve
kirlilik parametreleri artmakta ve yoğunlaşmaktadır. 230 kuş türünün
konakladığı ve 44 kadarının da kuluçkaya yattığı Manyas "Kuş Cenneti” ve
Milli Parkı ", hem çevresindeki yoğun tarımsal faaliyet hem de sanayinin
etkisiyle ölüme doğru gitmektedir.
Çeşitli
kaynaklardan yapılan deşarjlar yeraltı sularını etkilemektedir Bu nedenle açık
sular, tuz, klor, sodyum, bor konsantrasyonu içerdiği için verim düşüklüğü ve
ürün kalitesinin bozulmasına neden olmaktadır. Keza drenaj sulan, gübre, zirai
ilaç ve çeşitli zehirli bileşikler içerdiğinden, kullanım sularında ya da göl
vb yerlerde toplanacak olursa, doğal yaşamı olumsuz etkilemektedir. Bunlara
karşılık, DSİ Genel Müdürlüğünün su kaynaklarını ele alış biçimi daha çok
miktar ve tüketime yönelik olmaktadır, su kalitesine ilişkin olarak olan suyun
kirlenmesini önleyici ve kirlenen sulan temizleyici çalışmalar yok denecek
kadar az düzeydedir.
2.3.
Toprak Kirliliği
Tarımsal
üretimi etkileyen toprak kirliliği gibi etmenlerin başlıcaları, hava ve su
kirlenmesinin toprak üzerindeki etkisi, ormansızlaştırma, çayır ve meraların
yok edilmesi, tarımsal alanların yerleşme, fabrika, yol gibi kullanımlara
sunulması, erozyon ve yanlış sulama ile kimyasal gübre ve tarımsal ilaç
kullanımı olarak sayılabilir.
Toprak
kirlenmesi, humusun topraktan uzaklaşması, toprak besin maddesinin yanlış
kullanımı, toprağın kötü işlenmesi gibi etmenlere bağlı olarak toprakta
fiziksel ve biyolojik tahribat oluşması olarak tanımlanabilir. Toprak kirliliği
çöpler, atıklar, zehirli atıklar gibi sınai faaliyetlerin sonucu olduğu gibi
tarımsal üretimde gübre ve kimyasal ilaç kullanılmasının da sonucu
olabilmektedir. Keza erozyon, ormansızlaştırma, toprak kayıplarının ve
verimsizleşmesinin başlıca nedenleri arasındadır. Kentleşme ve sanayileşme ise
verimli topraklarda tarımsal üretimi engellemektedir.
Sulama sularında
fazla miktarda sodyum bulunması toprağın fiziksel durumunu bozarak, su ve
havanın toprak içerisindeki hareketini önlemekte ve alkalilik zararlara yol
açmaktadır. Sulama suyunda borun yüksek konsantrasyona ulaşması toprakta
çoraklaşmaya neden olmakta; dolayısıyla bitki gelişimini olumsuz
etkilemektedir.
Yeni yapılan
karayolları, otoyollar en verimli toprakların üzerinden geçirilmekte, sanayi
siteleri, turizm işletmeleri bu alanları betonlaştırmakta, tuğla fabrikaları
toprağın alüvyonal kaymak tabakasını istedikleri gibi taşıyarak yok
edebilmektedir. Son 50 yılda yerleşim ve sanayi yerlerine kaptırılan verimli
tarımsal alan miktarı 15 milyon hektardır. Bu GAP projesi ile sulanacak alanın
% 85'iııe yakın bir miktardır. Bir yandan tarımsal üretimi geliştirmeye
uğraşılıyor, diğer yandan bereketli toprakların bulunduğu, Çukurova, Bursa,
Sakarya, Düzce, Ankara gibi ovaları yok ediliyor. Keza 20 yıl öncenin tütün,
zeytin, sebze deposu Bornova'nın hali meydandadır. Bu gelişme böyle devam
ederse, tarım gibi hayati bir sektörde dışa bağımlılığının artması ve giderek
büyüyen kent nüfusunun beslenmesinde ciddi sorunlarla karşılaşılması kaçınılmazdır
Toprak kirlenmesi,
toprakların kalitesini ve verimini düşürmesi yanında insan sağlığına da zararlı
olmaktadır. Toprakta veya bitkilerin üzerinde biriken maddeler besin yoluyla
insan vücuduna geçerek biriktiği gibi, topraktaki maddelerle yaşayan bitki ve
hayvanların vücutlarında da birikerek besin zincirine katılmakta ve bu
ürünlerle beslenen canlıların vücutlarına geçerek insan metabolizmasına
ulaşmaktadır.
Toprakların
verimsizleşmesi ile Türkiye'de endemik bitki türlerinin 8'i tamamen yok
olmuştur ve 46’sı da yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Biyolojik
çeşitlilik açısından kıtasal özellik taşıyan ve büyük bir gen merkezi olan
Türkiye bu gidişle bu özelliğini de kaybedecektir.
2.3.1. Erozyon
Türkiye
topraklarını hızla yitiriyor, toprak erozyonu Türkiye'yi çölleştiriyor, tüketiyor.
Türkiye yılda KM2’de 1,4 milyar ton, toprak kaybı ile toprak rezervi
kalmamış 15 ülke arasına girmiştir. NASA'ya göre 50 yıl sonra çöl olacaktır.
Uzun
yıllardan bu yana ormanların ve bitki örtüsünün tahribine bağlı olarak büyüyen
erozyon, işlenebilir toprakların sınırına varılması ve artan mekanizasyona
bağlı olarak çayır ve meraların da sürülmeye başlanmasıyla dev boyutlara
ulaşmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında 443 milyon hektar mera alanının
bulunduğu Türkiye'de şimdilerde yalnızca 20 milyon hektar "mera"
olarak kullanılan alan bulunmaktadır: Buna karşılık bu ”meralar”da otlatılan
hayvan varlığı yaklaşık % 50 artmıştır. Bu durumun yol açtığı aşın otlatma
meraların çok büyük bir kısmında iyileştirme çalışmalarının yapılmasını
gerektirmektedir. Oysa ormanların içinde ve bitişiğinde bulunan ve kesinlikle
önlem alınması gereken 1,5 milyon hektar meranın, 1991 yılı sonuna değin
yalnızca 64 bin hektarında çalışma yapılabilmiştir.
Meraların
ıslahı ve korunması için hazırlanan Mera Kanun tasarısı ise meraların tahribini
arttırabilecek maddeler taşımaktadır, örneğin, Tasarıda meraların sınırlarının
belirlenmesi amacıyla öngörülen sürelerin komisyonların çalışmalarını
tamamlaması için yetersiz olması, daha sonra, sınırlan henüz belirlenmemiş olan
bazı meraların, mera sayılmaması sonucunu doğurabilecektir. Meraların
kiralanması ise aşın otlatmaya ve uygun olmayan yerleşmelere neden
olabilecektir. Yayla turizmi amaçlı yapılaşmaya izin verilecek olması ise,
meraların yağmalanmasına olanak tanımaktadır.
Türkiye'deki
toprakların doğal yapısı da bu açıdan büyük dezavantaj oluşturuyor.
Toprakların; % 37,2’lik bir bölümünü etkili toprak derinliği 20 cm’ye kadar
olan çok yüzlek topraklardan, % 30,5’lik bir bölümü etkili toprak derinliği
20-50 cm. olan yüzlek topraklardan oluşuyor. Yılda, yaklaşık 13 milyon dekar
ormanın yandığı düşünüldüğünde çölleşme tehlikesinin boyutları daha iyi ortaya
çıkıyor. Türkiye'nin kara yüzeyinin %88,6'sında erozyon var ve erozyon bu
alanın % 68,3’ünde "şiddetli ve "çok şiddetli" düzeylerde
oluyor.
GAP bölgesine giren
alanların % 53’ü şiddetli ve çok şiddetli erozyonun etkisi altındadır. Erozyon
öncelikle, barajları tehdit etmektedir. Zamanında, maliyeti arttırır gerekçesi
ile yapılan barajlarda toprak muhafaza ve ağaçlandırma çalışmalarının
yapılmaması sonucunda, Keban Barajının kapasitesi şimdiden % 40 azalmıştır. Bu
gidişle 20-30 yıl sonrada ekonomik ömrünü tamamlayacaktır. Atatürk Barajına da
50 yıl ömür biçiliyor. Bunun yanında, Çubuk 1 Barajı su toplama gücünün %
75’ini 47 yıl içinde yitirmiş, Karakaya Barajının 18 yıl içinde su tutma
gücünün % 47si erozyonla taşınan topraklarla dolmuştur.
Yanlış toprak işleme
yöntemleri erozyonun boyutlarını arttırmaktadır. Kurak ve yarı kurak bölgelerde
erozyona en çok neden olan toprak işleme yöntemi toprakların derin ve devirerek
işlenmesidir. Bu yöntemle alt katlarda bulunan nemli toprak tabakasının
yukarıya çıkarılması ile toprağın geniş bir yüzeyi havalanmaktadır. Bu toprağı
kısa süre için iyileştirse de artan mikro- organizma faaliyetleri ile toprakta
bulunan organik maddeler hızla tükenmekte, toprak nemi hızla buharlaşmaktadır.
Ayrıca münavebenin uygulanmaması, tek tip bitki yetiştiriciliği yapılması da
yatay ve dikey erozyona neden olmaktadır.
Bilindiği
gibi toprak erozyonu sırasında, öncelikle toprak, bitkileri besleyici
maddelerini yitiriyor ve yoksullaşıyor. Afrika'nın güneyinde yapılan bir
araştırmada rüzgâr erozyonunda bile taşınan toprağın, kalan toprağa oranla 3
kat daha fazla organik madde ve azot 5 kat daha fazla fosfat ve 26 kat daha
fazla potas içerdiği görülmüştür. Bu saptama, erozyon sonrası toprakların ne
kadar fakirleştiği ve verimsiz hale geldiğine iyi bir örnektir.
Ayrıca toprak erozyonunu
durdurmak, erozyona uğramış arazileri yeniden verimli duruma getirmek için
yapılanların maliyeti önemli boyutlardadır. Erozyonla mücadele de esas olarak
önleyici, koruyucu çalışmalara ağırlık verilmesi gerekir. Ama Orman-DSİ ve Köy
Hizmetleri Genel Müdürlüğünce 1990 yılına kadar erozyondan korunma çalışması
yapılması gereken 57 milyon hektar alandan ancak 15 milyon hektarda bu çalışma
yapılmıştı.
3. TARIMSAL KİRLENMENİN BAZI SONUÇLARI
Toprak, su
ve hava gibi doğal ortamlar belirli orandaki atıkları özümleyebilir. İnsanların
ürettiği atıklar doğanın özümleyebileceği oranı aşmıyorsa, kirleticiler sürekli
olarak özümseneceğinden, büyük boyutlarda tehlike ortaya çıkmamaktadır. Ancak,
kapasite zorlandığı zaman soranlar başlamaktadır.
Su,
toprak, hava, besin ve eneği döngüsü dikkate alınmayıp, doğanı kendi
gerçek kapasitesinin çok üzerinde kullanılması sonucu oluşan çevre kirliliğinin
tarımsal üretim üzerindeki ilk akla gelen etkisi ekonomik olması gıda
üretiminin her geçen gün daha pahalı bir hale gelmesidir. Bunda, verisizleşen
topraklarda verimi arttırmak için daha çok gübre, ilaç, özel üretilmiş
tohumların kullanılması başlıca rolü oynamaktadır. Bu yöntem verimi kısa erimde
büyük ölçüde arttırmasına rağmen, bir süre sonra toprak dengesini bozarak,
topraklan besin maddeleri yönünden fakirleştirmektedir. Bu durumda verimi
arttırmak için daha çok kimyasal girdi kullanılması gündeme gelmektedir.
Örneğin Türkiye genelinde 1 ton buğday üretebilmek için 1970’li yılların
başında 44 kg gübre, 9 kg sertifikalı tohum yeterli oluyorken, bu miktarlar
1980’li yılların sonunda sırasıyla 168 ve 13 kg'a çıkmıştır. Aynı
dönemde ilaç ve hormon kullanımı da artmıştır.
Bu
yöntem kimyasal girdi üretim ve pazarlamasını elinde tutan ulusaşırı tekellerin
çıkarına olmasından öte canlıların hastalık ve zararlılara karşı direncini
azaltmakta ve doğanın dengesini bozarak flora ve faunayı da tahrip etmektedir.
Nitekim türlerin yok olma hızı 100 bin yıl önce yüz binde 2, 1600-1980
arasında binde 4, olarak hesaplanırken 1980-2000 arasında binde 35 olacağı hesaplanmıştır.
Ayrıca bu yöntem, çevre kirliliğinin insan üzerindeki gözle görülmeyen ve az
bilinen besin kirliliğine yol açmaktadır.
3.1. Besin Kirliliği
Canlıların yaşam ortamını
olumsuz etkileyen toprak, su, hava kirliliği, dünyanın neresinde okusa olsun
tüm canlıları etkilediği gibi kirliliği oluşturan maddeler, besinleri de
kirleterek insan vücudunda her geçen gün artan miktarda birikmektedir. 1990-93
yıllan arasında, Tarım ve Köy işleri Bakanlığının yaptığı incelemede, tavuk,
sucuk, pastırma, çiğ süt, dondurma, beyaz peynir örneklerinin ortalama % 30ünda
patojen mikroorganizmalar yönünden ilgili tüzük ve yönetmeliklere uyulmadığı
görüldü. Sudan sonra insan bünyesine giren ikinci nitrat kaynağını yeşil
sebzeler ile gıdalar, meyveler, süt ürünleri, ekmek, işlenmiş et oluşturmaktadır.
Marul
suni gübre kullanımı nedeni ile nitrozamin içeriyor, kavun, karpuz üretiminde
temik adlı madde kullanılıyor. Kabak,
domates kiraz ise dithiocarbamate, metakaxyl
gibi kimyasalları taşıyor. Domates ve balık gibi besinlerden alınan hormon ve
ağır metallerde bu listeye eklendiğinde hiç de olumlu/sağlıklı bir tablo ortaya
çıkmıyor. Çoğu kanserojen olan bu maddeler besin yolu ile alınınca sinir
sistemi felcinden, hücre bölünmesinin engellenmesine, anormal hücrelerin
oluşumundan, zehirlenme nedeni ile ani ölümlere kadar bir çok soruna neden
olabiliyor. Keza besi hayvancılığında yemden yararlanmayı, azot ve yağ
depolamasını arttıran etkileri nedeniyle besi materyaline uygulanan
anabolizanlar ve benzeri maddelerin insan sağlığına zararlı olmadığını
söyleyebilen çıkmadı. Yeraltı, içme ve maden sularında biriken nitrat fazlalığı
insan vücudunda çeşitli olumsuzluklara yol açıyor. Bu olumsuzluklardan ikisi
kanın oksijen taşıma kabiliyetini ortadan kaldırması ve kanserojen etkisidir.
Kurşun
kan üretimini engellemekte ve çocuklarda beyinde de tahribata neden olmaktadır.
Kurşunun suda, havada ve besinlerde yüksek miktarda bulunması ise, anemi,
böbrek tahribatı, sinirsel rahatsızlıklar, davranış bozuklukları, zekânın
azalması ve zihin geriliğine neden olarak gösterilir. Amerikan Çevre Koruma
Kurumu EPA'nın tahminlerine göre kandaki kurşunun % 50'si otomotiv emisyonları
nedeniyle oluşmaktadır. Gıdaların depolanması ve işlenmesi sırasında gerekli
sağlık şartlarına dikkat edilmemesi bir diğer etken olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, gıdaları renklendirmek için kullanılan gıda boyalan, kilogramda 05
mg'dan fazla kullanıldığında kanserojen etki yapmaktadır. Bu maddeler,
özellikle hassas bünyelerde ve çocuklarda alerji, astım ve karaciğer kanserine
neden olabilmektedir. Koruyucu olarak kullanılan Nitrat Nitrit ise
nitrozeminlere dönüşerek zehirlenmelere, kan bozukluklarına neden olduğu gibi
kanserojen etkisi de vardır. Askorbikasit, benzoik asitler de limit aşıldığında
zehirlenme yapabilmektedir. Genelde hazır çorbalarda ve lezzet arttırıcı
tabletlerde tat arttırıcı olarak kullanılan mono sodyum glutamat yine dozu aşıldığında şizofreni, unutkanlık,
hırçınlık yapmakta ve bir yaşına kadar bebeklere hiç verilmemesi gerekmektedir.
Kirliliği
oluşturan maddelerin insan vücudunda gün geçtikçe birikerek artması ile
tolerans sının aşılabilmektedir. Tolerans sınırını aşmadığı durumlara bile alınan suni maddelerin organizmanın
işleyişi ve genetik yapı üzerindeki etkileri ise hala meçhuldür. Bitkinin doğal
yapısını bozan bu maddelerin tüm canlı ve mikroorganizmaların genetik
özelliklerini etkilemediği söylenebilir mi?
Gıdalara çeşitli
nedenlerle katılan katkı maddeleri, saptanan limitler dahilinde olsa bile, bu
limitler zararsız olduğu anlamına değil, pazarlama sınırlan dahilinde olduğu
anlamına gelmektedir. Bir de katkı maddeli bir kaç gıda maddesinin birilikte
kullanıldığı durumlarda, katkı maddelerinin bileşik etkisi de göz önüne
alınmalıdır. Bu nedenlerle yukarıda verilen örneklerin tam etkisi
bilinmemektedir, demek daha doğru olur.
Aslında buradaki sorun tarımsal ya da sanayi
üretiminin gıda olayını nasıl etkilediğinden öte, sağlıksız gıda üretiminin,
sağlıksız beslenmeyi doğuran zincirleme bir olgu olarak ortaya çıkmasıdır.
Sorunun çözümü ise, kalkınma-çevre-beslenme-sağlık arasındaki ilişkiyi doğru
zemine oturtmaktan geçmektedir. Bunun için de öncelikle varolan üretim ve
tüketim süreci sorgulanmalıdır
4. İKİ YAKLAŞIM
Ormanların ve yeşil örtünün azalması,
havadaki karbondioksit miktarının artması, ozon tabakasının incelmesi,
yeryüzünün ısınması, erozyon, atıklar, doğal kaynakların giderek tükenmekte
olması ve yenilenebilir kaynaklarda karşılaşılan sorunlar gibi etmenler sonucu
eko-sistemdeki tahribatın ulaştığı boyutlar insan ve toplum sağlığından öte,
dünyadaki tüm canlılara yaşamını tehdit etmektedir. Doğa tahribatının ve çevre
kirliliğinin her geçen gün daha açık bir hale gelmesi, toplumun tüm kesimlerini
çevre sorunsalına dönük çözüm önerileri sunmak zorunda bıraktı.
Sunulan çözüm
önerileri içerisinde başat olanı bu sorunun hali hazır sistem içinde bir takım
düzenlemelerle ve çevre teknolojisinin kullanımı ile çözülebileceği
temelindeki yaklaşımdır. Liberal-muhafazakâr siyasal partiler, sanayiciler ve
bazı çevreci gruplar bu düşüncededirler. Hatta bu çevreler arasında çevre kirliliğinin
sorumlusunun tüketiciler olduğunu iddia edenlere bile rastlanmaktadır. Bu
kesimlerin çevre sorunlarına yaklaşımları sömürünün sürdürülmesine hizmet
edecek mahiyette olup "Sürdürülebilir Kalkınma" tezine de bu
doğrultuda yaklaşmaktadırlar. Türkiye'de "Sürdürülebilir Kalkınma"
VI. Beş Yıllık Kalkınma Planının ana ilkesi olduğu halde var olan ÇED
uygulaması etkisizleştirildi, termik santrallere nükleer santraller eklemenin
yollan arandı, GAP’ta damla ya da yağmurlama yerine yüzey sulaması seçildi.
Bu
yaklaşımın temeli 1970 yılında Roma Kulübü için hazırlanan raporla atıldı. Çok
sonraları Dünya Çevre ve Kalkınma Konferansının sonunda hazırlanan Beş Rio
Belgesi (1992) ve GATT Uruguay Raundu (1995) ile bu sürecin çerçevesi çizildi.
Rio'da kabul edilen nokta eleştirilerek olumlansa bile, GATT Uruguay Raundu'nda
imzalan anlaşma ve bunun sonucu kurulan Dünya Ticaret Örgütü (WT0), bu
olumlulukların da uygulanmasını büyük ölçüde olanaksızlaştırmaktadır. GATT
Anlaşmasında, çevrenin tahrip edildiği ve doğal dengenin bozulduğu gibi
gerekçelerle uluslararası ticaretin kısıtlanamayacağı açıkça ifade edilmekte ve
küresel ölçekte ticari liberalizasyon telkin edilip, çevrenin ve doğanın
korunması ticarileştirilmektedir. Zehir ihracatını serbest bırakırken çevre
kirliliğine karşı da çevre teknolojileri önermektedir.
4.1. Evrenin
Tahribinin Küreselleşmesi
GATT
Anlaşması'na göre ticaret ve yatırımların uluslararası normların dışında
"ulusal" düzenlemelerle sınırlanamayacak olması, ulusaşırı sermayenin
standarda uymayan teknolojileri düşük çevre standartlı ülkelere - bu ülkeler de
gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırılanlar olmaktadır- kaydırma olanağı
sağlamaktadır. Bu, Türkiye gibi ülkelerdeki iktidar ve sermayelerce de
desteklenmektedir[3].
Nükleer santral projeleri, atıkların yakıt olarak ihracı, termik santraller
yapılması, siyanürlü altın çıkarılma», kimyasal girdilerin kullanımının artın
İmasına dayalı tarımsal büyüme bunun örneklerindendir.
GATT’ın
ticaretin önlenemeyeceği yolundaki hükümleri, bazı devletlerin ve ulusaşırı
tekellerin doğayı tahribine olanak tanımaktadır. Geçtiğimiz yıllarda yunusları
acımasızca ve ABD yasalarının izin verdiğinden daha çok sayıda öldüren çanak
biçimindeki büyük balık ağları kullanıldığı için, ABD'nin, Meksika'dan ithal ettiği
ton balığına koyduğu ambargoyu, GATT Uyuşmazlıkları Çözme Paneli, Meksika'nın
ticaret haklarının tek taraflı olarak askıya alınamayacağı gerekçesiyle
kaldırdı.
Kuzey
Devletleri, kendi ülkelerinde yasaklanmış kimyasal girdilerin ticaretini
rahatça sürdürebilmektedirler. Bir çok Kuzey Devleti, kendi ülkesinde üretilen,
ancak kendi ülkesinde kullanımı ve iç piyasaya satışı kesinlikle yasak olan bir
çok tarım ilacını Güney ülkelerine satmayı sürdürmektedir. Örneğin, İngiltere
kendi ülkesinde kullanımı kesinlikle yasak olan üç tür tarım ilacı aktif
hammaddesini "gelişmekte olan ülkelere" rahatlıkla satmaktadır Yine
ABD kendi ülkesinde ürettiği 171 ilaç formülünün kullanımını 1980 yılında
yasakladığı, ancak bu ilaçlardan 51 tanesinin diğer ülkelere satışının devam
ettiği ortaya çıkarılmıştır.
Güney
devletlerinin bu konuda hazırladıkları tüzük ve yönetmelikler, genellikle zehir
ihracatını engellemeyecek ya da asgari şekilde engelleyecek niteliktedir.
Dünyadaki 135 ülkenin bu konudaki mevzuatı incelendiğinde, 51'inde tarım ilaçları
konusunda yeterli, 43'ünde yetersiz düzenlemelerin olduğu, 412'inde mevzuat
olmadığı görülmektedir. Türkiye'nin bu konudaki yaklaşımını DDT de aldığı tavır
açık olarak yansıtmaktadır.
Türkiye'de
DDT kullanımı, kanserojen bir madde olarak, tarımsal ürünlerin üzerlerinden
birikerek insanı zehirlediğinin açıklanmasından sonra, 1978 yılında
yasaklanmış, ama üretim ve satışının yapılaması bazı kayıtlar konulmakla
birlikte engellenmemişti. DDT’nin üretim ve satışı, ancak, DDT kullanımın bir
çok ürünün ihracatını engeller hale gelince 1985'de yasaklandı. DDT’nin kesin
olarak yasaklandığı Genelgenin çarpıcı özelliği, DDT üreten ve satan firmaların
stoklarını tüketmeleri için 6 ay daha satışının serbest bırakılmasıdır. Böylece Bakan adına yazılan genelge ile tarım
ilacı bayilerinin ve fabrikaların ellerindeki stoklar tüketilsin diye 50 milyon
insana 6 ay daha bile bile zehir yedirildi.
Buna
karşılık, Kuzey Devletleri, kendi ülkelerinde kimyasal girdi kullanımını
azaltmak için zararlılarla biyolojik mücadele yöntemlerine ağırlık vermekte,
organik gübre (çürümüş yaprak ve baklagil kabuklan ile tohumlarının
karıştırıldığı hayvan gübresi) kullanımını yaygınlaştırmaktadırlar. Böylece
böcek böcekle yok edilmekte, ultrasonik seslerle böcekler uzaklaştırılmakla.
yeni sürme ve ekme teknikleri uygulanmakta, ekim rotasyonu yapılmaktadır..
1970’lerde,
kimyasal girdilerin kullanılmasının toprak verimini düşürdüğü bir dönemde,
çevreci kamuoyunun da etkisiyle onaya çıkan biyolojik - organik yöntemler dünya
çapında yaygın bir eğilim değildir. Deli inek hastalığı, Kuzey devletlerinin
kâr söz konusu olduğunda insan sağlığını kendi ülkelerinde bile hiçe
sayabildiklerinin çarpıcı örneğidir. Deli inek hastalığı, bugün herkesin
bildiği gibi, çeşitli hayvan leşlerinin ve mezbaha artıklarının yemlere düşük
ısıda katkı maddesi olarak katılmasından kaynaklanmıştır. Bu yöntemin hastalık
yaptığı 1988'den itibaren bilim adamlarınca savunulduğu halde yöntemden
vazgeçmek yerine bilim adamlarının araştırma olanakları ortadan kaldırıldı.
Hastalık yadsınamayacak şekilde ortaya çıktıktan sonra da göstermelik
önlemlerle geçiştirildi.
Tanındaki
esas eğilim ise ulusaşın gıda tekellerinin gübre, ilaç, tohum gibi temel
girdilerdeki üstünlüklerini bio-teknoloji ile birleştirerek, gelişmekte olan
ülkelerin tarımlarını bağımlılaştırmalarıdır. Bu amaçla günümüzde gelişmekte olan ülke diye adlandırılan
ülkelerde ulusaşın şirketlerin yüksek bağımlılık yaratıcı ilaç, gübre ve tohum
paketlerinin daha çok kullanılması teşvik edilmektedir. Türkiye'de tohumculuğun
özel sektöre açılması, gübre fabrikalarının satışı, TZDK'nın etkisizleştirilmesi ve
tarımsal ürünlerin pazarlanmasında
1920lerde
olduğu gibi borsa sistemine geçilmesi bu sürecin parçalandır. GAP ise ulusaşın
tekellerin yeni
yayılma alanıdır.
4.1.1. Gelişen Genetik Ürünler Tahribatı da Yaygınlaştırmakta
Biyoteknoloji
ile çeşitli hastalıklara ve hava şartlarına dayanıklı, verimi yüksek, az gübre
isteyen, erken olgunlaşan vb, bitki türleri elde edilmesi için yeri canlı
ve/veya yeni melez türlerin yaratılmasına çalışılmaktadır. Yeni türler için
hammadde olan bitki ve hayvan endemikleri[4]
DNA’ları akrabalık koşullarına bakılmadan bitki ve hayvanlara aşılanmaktadır.
Örneğin bugün ateşböceğinin bazı genleri tütüne aşılanarak yeni bir tütün çeşidi
elde edilmektedir. İstenilen endemikler ise esas olarak Türkiye gibi ülkelerde
bulunmaktadır.
GATT
Anlaşması’na göre, ulusaşırı araştırma laboratuarlarının, dünyanın neresinde
olursa olsun istedikleri bitki ve hayvan endemiklerini serbestçe ve parasız
olarak, yeni ve/veya melez türler yaratmak için yararlanabilecek olmaları
doğanın yağmasının yolunu açmaktadır. Endemikler bakımından kıtasal özellik
taşıyan Türkiye, bu özelliği ile yağmalanma alanlarının başında yer almaktadır.
Geçtiğimiz yıllarda Türkiye'den kardelen ihracı böyle bir tehlikeyi ortaya
çıkarmıştı. Türkiye'den ithal edilen "Bombey Arıları” Hollanda'da
seracılar tarafından döllenmede kullanırlarken, Türkiye'deki seracılar
lembasiti kullanmaktadır. Yine Türkiye'den sağlanan bir buğdayın yabani
akrabasının hastalıklara dayanıklılık yönünden ABD'de yılda 50 milyon dolar,
bir başka buğday çeşidinin Rus buğday afitine dayanıklılığı ile her yıl 300
milyon dolar ek gelir sağladığı hesaplanmıştır. ABD pizza sanayii
kendine en uygun domatesin genlerini Peru'daki bir yabani domatesten almaktadır[5].
Bu
gelişmeler birçok tür ve çeşidin ortadan kalkmasını hızlandırarak doğanın doğal
dengesinin hızla bozulması ile birlikte ticari bitki ve ürünlerde salgın
hastalıkların dünya çapında artmasına neden olabilecektir. Rio Sözleşmesine
göre. Kuzey devletleri biyolojik çeşitliliğin korunması için Güney devletlerine
yardımcı olacaklar ve destek sağlayacaklar, ayrıca onlara bio-genetiği
öğretmeyi ve yararlandırmayı da üstleneceklerdir. Ama bunun gerçekte böyle
olmayacağı; Birincisi Rio sözleşmesi, hukuksal olarak temenni niteliğinde olup
hiç bir bağlayıcılığının olmadığı, ikincisi doğal denge ve çevrenin bunlarla
ilgili her şeyin metalaştırılması ile konulamayacağı için açıktır. Üstelik bu
gerçekleşse bile bu teknoloji paylaşma değil teknoloji transferi ve
ticarileştirme şeklinde olacağı için yeni bir bağımlılık halkası olacaktır.
GATT
Anlaşması ile fikri (entelektüel) haklan korama adı altında, dünya çapında
patent ve lisansın zorunlu yapılmasının tarımsal alandaki etkilerinden birisi,
bu yeni ürünleri bir kere kendi adlarına kayıt ettirince, uluslararası
araştırma laboratuarlarının, bizzat bu ürünün kaynağı olan ülkelere karşı bu
ürünleri, 20-30 yıl koruyabilecek olmasıdır. Böylece güney ülkeleri ya kendi
doğal çevrelerinden gelen genlerden faydalanamayacaklar yada faydalanmak için
istenilen bedeli ödemeye razı olacaklardır. "Çevresel açıdan duyarlı
teknolojilere ilişkin araştırma - geliştirme çalışmalarında ve uygulamalarında
etkili bir uluslararası işbirliğine" gidilmesinin nasıl bir işbirliği
olacağı da ortaya çıkmaktadır.
Buraya
dek anlatılanları ABD Başkanın eski bilim danışmam Dr. George KEYTWORH'un bir konuşmasında "Birleşik Devletler tarımı,
dünyadaki hâkim gücünün, bugünkü gibi kalması için, biyoloji bilimlerindeki
yeni bilgi avantajım kullanmak zorundadır" demesi tamamlamaktadır.
4.2. NGO'lara Yüklenen İşlev[6]
Bugün
bir çok kesim çevre sorularının teknoloji ile ama sivil toplum örgütlerinin
(sanayi ve devletin etkili bir kontrole tat» tutularak), bilgi edinme özgürlüğü
ve karar verme süreçlerine katılması ile mümkün olduğunu savunuyorlar. Bu
yaklaşım, Kuzey devletlerince ve uluslararası kuruluşlarca da
desteklenmektedir. Bu politikanın yaşama geçirilmesi için hükümetler,
"Sürekli ve dengeli kalkınma sürecine hükümet dışı öğütlerin aktif
katılımı”nın sağlanması adı altında, NGO'larla yerel otoriteleri de sürece
eklemlemeye zorlamaktadırlar. NGO'ların sürece katılması savunulurken ’Toplam
Kalite Yönetimi"ne atıf yapılarak, projeye katılımın projeden daha iyi
sonuçlar alınmasına yol açacağına işaret edilmektedir.
Hedeflenen
ise "bu örgütlerin politika yapma ve karar verme sürecinden uygulamaya
kadar her seviyede dâhil edilmeleri" söylemi ile NGO’lar ve yerel otoritelerin,
yeni dünya düzensizliğinde aracı, itici, yönlendirici ve iletişim sağlayıcı
roller almasını sağlamaktır. Bu amaçla NGO’lar ve yerel otoriteler ile
Devletler, IMF, Dünya Bankası ve diğer çok taraflı veya iki taraflı yandım
kuruluşlar arasındaki gerilimler ortadan kaldırılmakta NGO’lar yakın takibe
alınarak çevresel yardım ve fon dağıtılmasında ön plana çıkarılmaktadır.
NGO’lar,
aynı zamanda, ana sürecin dışında kalanlara; halkın tek tek yoksul, işsiz, aç
fertlerine kendilerine yetecek bir üretimi gerçekleştirmede de araç olarak
görülmektedir. Bu amaçla kendine yeterli yerel ekonomik modeller özel olarak
geliştirilmekte ve yaygınlaştırılmaya çalışılmakladır. Bu çeşitli yerel
ekonomiler, sistemin dışladığı kesimleri, bir biçimiyle yedekte tutacak, isyanlara
yol açmayacak ve karınlarını doyurduğu oranda, kendi toplumlarının güven
kaynağı, dünya ekonomileri için de denge unsuru olarak görülmektedir. Bu aynı
zamanda entegrasyonun dışında kalınamaz savlarını da geçersizleştirmektedir.
Bu çerçevede Türkiye'deki
özel sektör bir yandan TEME, Türkiye Çevre Vakfı gibi kuruluşlarla "zülf-i
yâre" dokunmadan sorunsalın "çözümü" için bazı adımlar atarken
diğer yandan da çevre koruma önlemlerinin kaldırılmasını istemektedir. İzmir'in
sorunları ile ilgili hazırlanan ve Başbakanlığa sunulan Raporda EBSO Organize
sanayi Bölgesinin ÇED kapsamından çıkarılması ile 3573 sayılı yasa gereğince
zeytinlik alanların 3 km yakına sanayi tesisi yapılmasının yasaklanmış olduğu
ve bu hükmün organize sanayi bölgeleri için uygulanmamasını istemektedir. Yine
aynı rapora göre İzmir’in 20 sorunu arasında çevre kirliliği 15. sırada yer
almaktadır.
4.3. İflas Eden Yalnız Doğa mı?
Her
iki yaklaşım da, emperyalist-kapitalist kalkınma tarzının reddini değil. Güney
ülkelerinin büyüme hızlarının yavaşlatılması ile kaynakların daha uzun zaman
ulusaşırı tekelerin ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirmesini istemektedir. Bu,
doğal kaynaklan tükenmekte olan Kuzey ülkelerinin. Güney ülkelerinin var olan
doğal kaynaklanın daha uzun zaman sömürme ihtiyacını karşılamaya yöneliktir.
Çözüm önerileri ise hesaplama ve fiyatlandırma mekanizmalarına, çevresel
maliyetleri dâhil etmek ve teknoloji ile çevresel kirliliği temizlemektir.
Hesaplama
ve fiyatlandırma mekanizmalarına çevresel maliyetlerin yansıtılmasının kabulü,
bedelini ödeyen kirletir anlamına gelmektedir. Bugüne dek doğal kaynakların
serbest (fiyatsız) bir mal olarak görüldüğünü, doğal kaynakların da bir bedeli
olması gerektiğini söyleyen bu çevreler, bir ürünün fiyatına doğal kaynağı
tüketmesinin de eklenmesini istiyorlar. Çevre eski Bakanı Rıza Akçalı; “Tüketim
ekonomisi içinde doğal kaynak fiyata yansıdığı için tüketimi frenleme,
sınırlama söz konusudur. Sanayi sektörünün doğal kaynağı daha az kullanarak
üretim yapması söz konusudur” diyerek bu ilkeyi çok açık dille savunmaktadır.
Bu ilke temiz bir hava, su ve besin, deniz ve güneş isteğine yanıt vermemekte,
tersine bu tür bir dünyayı "Ne yapalım bedelini ödediler, kirletsinler”
türü bir yanıtla imkânsızlaştırmaktadır.
Çevrenin
geliştirilen yeni teknolojiler ile temizlenmeye çalışılmasının, tahrip edilen
doğal dengeyi yeniden kuramayacağı açıktır. Tahribatın canlı türlerini yek
ettiği bilinmektedir. 1 cm toprağın oluşması 100 ile 400 yıl almakta, bu
toprağın verimli hale gelmesi ise 3 ile 12 bin yıl gerektiği ve bir meşe
ormanının 150 yılda yetiştiği göz önüne alındığında, tahrip edilen
eko-sistemin, en azından kısa sürede, yeniden oluşturulamayacağı rahatlıkla
söylenebilir. Açık olan bir diğer şey de çevre ekipmanlarının geleceğin
sanayisi olarak değerlendirilmesi ve bu alanda ABD'nin üstünlüğüdür.
Bugün
"insanlar" doğa üzerinde sınırsız tasarrufu bulanma çabası ile hem
doğayı tahrip etmekte hem de gelecek kuşaklara yaşanılamaz bir dünya
bırakmaktadır. Hâlbuki o doğanın sahibi değil, onun bileşenlerinden birisi olan
bir konuktur. Konuk olarak da, yalnızca doğadan yararlanma hakkı vardır ve
kendisinden sonra gelen konuklara tahrip edilmemiş, yaşanabilir bir ortam
bırakmakla yükümlüdür. Ama var olan sistemin mantalitesi, ilişkileri, üretim ve
tüketim yapısı doğanın tahribatını ortadan kaldırmaya olanak tanımamaktadır. Bu
özelliği ile de doğanın tahribi ekolojik sorunsal halini alıp, sanayi
devriminden ve onu biçimlendiren kapitalist sistemden kaynaklanmaktadır.
Kapitalizmin
insanlarla birlikte evrenin tüm kaynaklarını sınırsızca sömürmesi ve
kirletmesi sonucu yaşam çevremiz olan su, hava ve toprakların tahribi, bütün
canlılarla birlikte insanların yaşamlarını da tehdit etmektedir. Buna karşılık
resmi çevrelerin sorunsala yaklaşımının özü tüm yaşam çevremizin
metalaştırılmasıdır. Bir benzetme yaparsak, sosyal haklar ve sosyal devlet
nasıl sömürüyü, işsizliği, açlığı vb.lerini ortadan kaldırmıyorsa, bu da
sorunsalı ortadan kaldırmayacak ama manipülatif yöntemlerle evren üzerinde yeni
bir egemenlik biçimini kuracaktır. Hâlbuki metalaşmadan kaynaklanan ve varlığı
tüm ulusal ve uluslar arası resmi çevrelerce kabul edilen sorunsal kapitalizmin
iflasından başka bir şey değildir.
İnsanın
var olabilme, biyolojik varlığını sürdürebilme, geliştirebilme mücadelesindeki
her değişme ve gelişme insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. İnsanlık
tarihinin her dönüm noktası, aşaması, insanlığın köleleşmesinde bir adım olduğu
gibi, doğayı köleleştirmesinin de bir adımı oldu. İnsanları egemenlik altına
alma, doğaya egemenlik altına alma süreçleri iç içe geçerek birbirlerini
beslediler. Bu besleme, 20. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. 21. yüzyıla yaklaştığımız bugünlerde eko-sistemin
bozulması tüm canlıların yaşamını sürdüremeyecek düzeye gelmesi aynı zamanda
kısa dönemli bireysel ekonomik çıkarların ön planda olduğu burjuva toplumunun
ve kalkınma tarzının iflasını da gösteriyor.
5.
SESLİ DÜŞÜNCELER
Tarımsal
üretime olumsuz etki eden doğa tahribi etmenlerinin ve doğayı tahrip eden
tarımsal üretim etmenlerinin tarımsal üretim ve çevre üzerindeki tahribatı
yerel/bölgesel olmayıp, dünya çapında bileşik
tahribat oluşturmaktadır. Eko-sitemin geçirgenliği bir yer/bölgedeki
kirlenmenin dünyanın diğer yer/bölgelerini de olumsuz etkilemesine yol
açmaktadır. Avrupa tarımında kullanılan DDT’nin Güney kutbundaki penguenlerin
vücutlarında birikmesi, Meksika körfezinde işaretlenerek bırakılan yılan
balıklarının Türkiye'de Fırat nehrinde bulunması bölgesel / yerel kirliklerin
tüm dünyayı etkilediğini göstermektedir.
Ekolojik
sorunun temelinde doğanın sömürülecek bir kaynak olarak görülmesi yatmaktadır.
İnsanın doğanın sahibi değil, onun bir parçası olduğundan yola çıkarak yeni bir
gelişme -kalkınma modeli geliştirilmelidir. Bu gelişme - kalkınma modeli,
geçmiş yaşam tarzlarına dönüş ile değil metalaşmanın aşılması ile
bulunabilecektir.
Eğer
Almanya'daki asit yağmurlarını, Somali'deki açlığı, New York sokaklarındaki evsizleri, Çernobil'deki lösemili
çocuklan ortaya çıkaran nedenler aynı ise, çözümü de birlikte aramak gerekiyor.
Bunun için de yoksulluğa karşı yürütülen mücadele ile doğayı koruma
mücadelesinin bağını kurabildiğimiz oranda geleceğe umutla bakabiliriz. Bu
mücadele ise "ekonomilerin entegrasyonu" olarak adlandırılan
metalaşmanın yaygınlaştırılmasına ve derinleştirilmesine karşı, halkların
ekonomik, siyasal, ekonomik, kültürel entegrasyonunu hedeflemelidir. Bu
entegrasyon ise tabandan ve aşağıdan olarak, halkların kendi özgünlükleri
içerisinde yer alabilecekleri, yardımlaşma ve dayanışmanın geliştirildiği,
sistem dışı bir yaşam tarzının oluşturulduğu ölçüde gerçekleşebilir.
Bu
enternasyonal için mücadele, aynı zamanda çevreyi yeniden yaratma gücünden daha
fazla tahrip etmeyecek, özümseme gücünden daha fazla kirletmeyecek bir üretimi
ve paylaşımı hedeflemelidir. Bu ise doğal çevreden hammadde olarak madde ve
enerji alıp, onları atık olarak geri veren şimdiki üretim sisteminin, maddenin
sürekli olarak sistem içinde enerji olarak dolaştığı bir üretim sistemi ile
aşılması ile mümkün olabilir.
Kaynaklar:
Ortak Geleceğimiz; Türkiye Çevre Vakfı Yayını, Ankara, 1988
Toprak -İnsan Çevre Sempozyumu; TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası,
Ankara, 1991
Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı; Çevre Bakanlığı
Yayını Ankara 1993
TOBB Çevre Kurulu Rapora; Ankara, 1993
2. Çevre Şurası Çalışma Belgeleri; Çevre Bakanlığı yayını
Toprak Erozyonunun Önlenmesinde Yurttaş Katılımı; Kırsal Çevre ve
Ormancılık Sorunları Araştırma Demeği
Yayını No: 8, Ankara, 1995
IV. Teknik Kongre; TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, T.C. Ziraat
Bankası Yayını, Ankara, 1995
Sürdürülebilir Kalkınma Sempozyumu; TMMOB. Ankara, 1996
Tarım çevre İlişkileri sempozyumu Bildiri Kitabı; Mersin
Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, 1996
Düzgören, Bahar Öcal, Koray. Ben Devletim Çevreyi Kirletirim; BDS
yayınlan 2. Baskı
Gündüz, M. Dünyada ve Türkiye'de Organik Tarım, Organik Tarım
Ürünlerinin Pazarları ve Türkiye İhracatı Açısından Değerlendirilme; İGEME
yayınlan Ankara, 1994
Ziraat Dünyası, Türkiye Ziraatçılar Demeği Yayın organı, Sayı 411,
413, 424, 425, 428, 425, 426
Çevre ve Mühendis; Çevre Mühendisleri Demeği Yayın Organı, Sayı
2,4
Agro Tech; Sayı 4
Tarım ve Köy Dergisi; Tarım ve Köy işleri Bakanlığı Yayın Organı,
sayı 92 ve 109
Sürdürülebilir Kalkınma; Yeni Türkiye Çevre Özel sayısı, Temmuz-
Ağustos 1995
[1]
Bu
yazı "VE DÜNYA KİRLENDİ" adlı kitabın Tarım ve Çevre bölümünde aynı başlık ile (Sf 237-264) yayınlanmıştır. (Öteki
Yayınları Özgür Üniversite Kitaplığı 3, 1997, Ankara )
[2] Türkiye'de tarımsal mücadele ilaçlarının kullanımında, bilimsel
veriler değil, gelenek ve göreneklerle bayilerin yönlendirmesi etkili
olmaktadır.
[3]
"Sanayi sektöründen salt çevrenin
korunması ve hümanistlik yaklaşımlar adına eski teknolojilere ait patent
haklarından vazgeçilerek yeni teknolojiler ile ürünler için yemden ortamında
aşama sağlanmasını düşünmek ve bu yolla somut sonuçlar almayı ummak pek
gerçekçi olmamaktadır” TOBB Çevre Kurulu Raporu s. 81 Ankara 1993
[4]
Belirli bir ekoloji içerisinde yayılış gösteren, sadece o çevreye özgü olan
bitki ve hayvan türleri
[5]
Biyo teknolojinin günümüzde geldiği noktalardan bir diğeri ise insan genlerinin
şifresinin çözülmesidir. Bu bir çok hastalığa çare olabilecektir. Ama bunun bir
ileri adımı ise insan genleri ile oynayarak istenilen tipte insanlar meydana
getirmektir. Bu doğrultuda atılacak adımlar ise ister boyun eğen ister
sağlıklı insan oluşturmayı hedeflesin Nazilerin üstün ırk yaratma
çalışmalarının yeni bir versiyonu olarak insan robotlar üretmektir. Konunun bir
diğer boyutu ise günümüzde hormonlu bitkilerde görülen sorunlara benzer
sorunlarla karşılaşılması ve biyolojik olarak insan çeşitliğinin de ortadan
kaldırılmasıdır.
[6] Non Governmental
Organization: Türkçesi Hükümet Dışı Organizasyonlar olmakla birlikte Türkiye'de
Gönüllü Kuruluşlar ya da sivil toplum kuruluşları olarak adlandırılmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.