Evrenin Metalaşması Ya Da Hormonlu Domates Gibi Çocuklar İster Misiniz?



Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz?
Ya da satabilirsiniz?
Ya toprakların sıcaklığını?
Havanın taze kokusuna,
Suyun pırıltısına.
Sahip olmayan biri onu nasıl satabilir?"

Yukarıdaki sözler, topraklarını satması istenen Duwarmish Kızılderilerinin Reisi Seattle tarafından ABD Cumhurbaşkanı Franklin Pierce'e yazılan mektuptan alındı. Mektubun özü, size toprağı sattığımızda, sizler toprağı ve doğayı tahrip edersiniz, onun için satmak istemiyoruz, satmazsak da silahlarınızla gelip alırsınız, onun için de satmaya mecburuz şeklindedir. Bu yaklaşım aynı zamanda “sanayi devrimi”nin temelini ve sonuçlarını anlatması bakımından önemlidir.
“Sanayi devrimi”ne kadar insanın doğadan yararlanmak için yaptığı aktiviteler , doğayı tahrip etse de bu tahribat yerel özellikler göstermiş ve yavaş yavaş gelişmiştir. “Sanayi devrimi'inin yayılmasına paralel olarak, sınai, ticari, tarımsal ve kentsel aktiviteler sonucu  doğanın ve çevrenin tahribi evrensel özellikler göstermeye başlamış ve geçmiş bin yıllarla kıyaslanamayacak ölçüde artmıştır. Son 50 yılda doğayı denetim /egemenlik altına alma adı altında doğal kaynakların savurganca kullanılmasına, çevreye zararlı kimyasal maddelerin üretim, ticaret, kullanım ve deşarjlarındaki pervasızlığa doğanın yanıtı "ben iflas ediyorum, bu süreç böyle devam ederse senin ekonomik varlığından öte biyolojik varlığın da tehlikeye girecek" şeklinde oldu.
Tarımsal üretim eko-sistemin tahribinden etkilenir ve kendisi de tahribe neden olur. Tarımsal üretimi tehdit eden doğanın tahribi ve doğayı tahrip eden tarımsal üretim faaliyetlerinin başlıcalarını aşağıdaki gibi maddeleştirebiliriz.

Tarımsal üretime olumsuz etki eden doğa tahribi etmenlerinden başlıcaları:

· Tarım alanlarına sanayi tesisi kurulması ve zehirli atıklar,
·   Karayollarının birinci sınıf tarım arazilerinden geçmesi,
·   Verimli tarım arazilerine yönelen şehirleşme,
·   Kirli sulama sularının tarımsal ürüne etkisi
·   Asit yağmurlarının etkisi,
· Tarım topraklarının toprak ve maden sanayinde kullanılmak suretiyle yok edilmesi,
·  Ozon tabakasının incelmesinin yol açtığı atmosferdeki sera etkisi.
Doğayı tahrip eden tarımsal üretim etmenlerinden başlıcaları:

·     Tarımsal mücadele ilaçlarının kullanımı,
·     Gübrelemenin toprağa yapısını bozması,
·     Yanlış sulamanın toprakta erozyona yol açması,
·     Yanlış toprak işlemenin tarım arazilerindeki etkisi,
·     Arazi kazanmak amacıyla sulak sahaların kurutulması,
·     Ormanların yok edilmesi,
·     Hayvansal atıkların yol açtığı kirlenme,
·     Meraların aşırı otlatılması,
·    Bitki ve hayvan büyüme düzenleyicilerinin insan sağlığına etkisi.

1.TARIMSAL ÜRETİMLE İLGİLİ BELLİ BAŞLI KİRLİLİK ETMENLERİ

Tarımsal uygulamalar, hem küresel hem de bölgesel ölçekte çevre kirletici olduğu gibi, çevre kirliliği de tarımsal üretimi olumsuz etkilemektedir.

1.1 Ormansızlaştırma
Yüzyıllar önce Anadolu'nun % 72'sinin yemyeşil ormanlarla kaplı olduğu biliniyor. Çok değil 5 yüz yıl önce Ankara da ormanlarla kaplıydı. Hatta Timurleng, Yıldırım Beyazıt ile savaşında fillerini Çubuk Ormanına saklamıştı. Orman o kadar sıktı ki Yıldırım Beyazıt filleri görememişti. O durumdan bugün eser kalmadı; Ankara ovasının, bereketli toprakların büyük bir kısmında "çağdaş kentleşme" adı altında binalar yükseltiliyor. Anadolu giderek çölleşiyor, Ankara ise bozkırlaşıyor.
Ormansızlaştırma, yerleşim yeri açmak, tarımsal üretim yapmak üzere toprak elde etmek, ticari ve sınai faaliyetler için, ya da bunların sonucu olarak, savaş gibi çeşitli etmenlere bağlı olarak, yüzyıllardır sürmektedir. Asit yağmurlarının İskandinav ülkeleri, Kanada ve Almanya'da ormanları yok ettiği saptanmıştır. Türkiye'de de Karadeniz sahillerindeki, Muğla civarındaki ve Kaz dağındaki ormanların asit yağmurlarından kaynaklanan ölümlere ve bozulmalara uğradığına ilişkin güçlü belirtiler vardır.
Ormanlarla birlikte yok edilen hayat kaynağı oluyor. 25 metre boyu ve 15 metre çatısı olan bir ağaç 1 saatte 72 kişinin kullandığı 1.5 kilogram oksijeni üretiyor. 100 yaşındaki bir ağaç fotosentezle 40 kişinin 1 saatte çıkardığı 2350 kilo karbondioksidi yok ediyor. Her yangın atmosferdeki karbondioksitti biraz daha arttırıyor. Bu ise yağış düzeninden, havanın sıcaklığına dek her şeyi altüst ediyor. Ayrıca, orman canlılara barınma ve besin sağlıyor, iklim şartlarını yumuşatıyor.
Günlük yaşamda kullanımı giderek artan kâğıt ürünleri, ormanların yok edilmesini hızlandırmaktadır, Türkiye'de yalnızca atılabilir çocuk bezleri üretimi için 1 milyon ağaç kesilmektedir. Yek edilen her orman ile birlikte yeşil örtü kaybolmakta, toprak erozyonu oluşmakta, eko-sistemin bozulması ile iklim değişmekte ve doğal varlıklar yitip gitmektedir. Bu süreçle birlikte toprağın su depolama kabiliyeti azalıyor, tarım alanları verimsizleşiyor. Kısacası ormanların yok edilmesinin esas sonucu doğanın dengesinin bozulması oluyor.

1.2.     Kimyasal Gübreler
Kimyasal gübrelerin üretimi ve kullanımında ne kadar titiz davranılırca davranılsın çevre kirliliği oluşur. Buna bir de yanlış gübreleme eklendiğinde, çevrenin kirletilmesi daha da artıyor. Gübre sanayi, etrafına yaydığı, amonyak, sülfirikasit, fosfor ve arsenik gibi maddeler nedeniyle çevreyi en çok kirleten sanayiler arasındadır. Fosforlu gübre üretiminde fosforik asit ile sülfürik asit kullanılmaktadır. Fosfat sülfürik asit ile reaksiyona girdiği zaman mevcut flor, floraside dönüşür. Açığa çıkan bu asidin bir bölümü havaya, bir bölümü ise yıkanmak suretiyle atık sulara karışır. Fosforlu gübre üretiminde ortaya çıkan kirleticilerden birisi de "jips" denilen kalsiyum sülfattır. Üretimi sıra­sında tonlarla ifade edilen miktarda ortaya çıkan jips, suda oldukça fazla erime özelliğine sahiptir. Ayrıca, azotlu gübre üreten tesislerden de çevreye çeşitli azot oksitleri, amonyak gibi gaz ve sıvı kirleticil1er ile kimyasal gübre tozları yayılmaktadır.
Tarımda kullanılan gübrelerin % 50’si bitkilere yararlı olabilmekte, geri kalan kısmı toprak sisteminden yıkanma, yüzey akışı ve buharlaşma ile uzaklaşmaktadır. Gübrelemede kullanılan azotun % 50'si ağırlıklı olarak yeraltı sulan yoluyla çevre kirliliğine yol açmaktadır. Fosfatın içerdiği kadmiyumun yaklaşık % 80i kültür bitkileri tarafından absorbe edilmektedir. Fosforlu gübre, içerisinde taşıdığı kadmiyum ve bakırın yüzey sulan ile taşınması sonucu çevre kirliliğine neden olmaktadır. Gübrelerde bulanan ağır metaller, siyanür, karbonhidrat, azot oksitler ve diğer kimyasal maddeler de çevreyi kirletmektedir.
Gübrelemede temel amaç toprakta ve bitkide eksikliği belirlenen bitki besinlerini toprağa vermek suretiyle toprağın verim gücünü arttırmak olduğu halde, üretici toprak tahlil sonuçlarına göre değil, çok gübre kullanımının çok ürün getireceği anlayışı ile hareket etmesi zararları çoğaltmaktadır. Bu zararlar, bir süre sonra toprak veriminin düşmesi, doğanın tahribinin, ürün maliyetinin ve dışa bağımlılığın artması olarak sayılabilir.
Akdeniz bölgesindeki topraklarda kireç kapsamının büyüklüğü, bilinçsiz gübre kullanımı ile birleştiğinde fosfor, demir, çinko, manganez gibi elementlerin absorbsiyonunu sınırlama, kurşun birikimine, dolayısıyla bitki besin dengesinin bozulması yüzünden önemli ürün ve kalite kayıplarına neden olmaktadır.
Kimyasal gübreleme sonucunda toprakta sertleşme, yapısında bozulma oluşmaktadır. Böylece, toprağın humus kapasitesi azalmakta ve bozulmakta, toprak erozyonunda artış olmakta, ürün kalitesinde azalma ve bitki ve bitki­lerle beslenen canlılarda dengesiz beslenme artmakta ve sağlık sorunları ortaya çıkmaktadır. Bu arada bitki, ağaç, hayvan ve suda yaşayan canlılar ve mikroorganizmaların genetik özellikleri bile bozulabilmektedir.
İçme sularında, yeraltı ve maden sularında yoğun miktarda kimyasal madde kalıntısı birikmesi insan vücudunda çeşitli olumsuzluklara yol aç­maktadır. Bunlardan ikisi kanın oksijen taşıma kabiliyetini ortadan kaldırması ve kanserojen etkisidir. Fosforlu gübre üretiminde kullanılan florun üretim işlemi sırasında suya ve havaya verilmesinin hayvanlar üzerinde ölüme varan etkileri oluyor. Florun büyükbaş hayvanlardaki etkileri, diş ve kemiklerin yumuşamasıyla başlayıp, hayvanın iyice zayıflaması, sütten kesilme, deride sertleşme, tüylerde kuruma ve kırılma ile devam ediyor.

1.3.     Tarımsal Mücadele ilaçları
Çevre kirliliği oluşturmayan tarımsal mücadele ilacı yoktur, tümü şu ya da bu derecede çevre kirliliği oluşturur. Buna bir de yanlış ilaçlama sonucu oluşan çevre kirliliği eklendiğinde, tarımsal mücadele ilaçların çevre üzerin­deki tahribatı artmaktadır[2]. Bu tahribat ilaç kalıntılarının toprak ve suda birikmesi, havaya karışması ile meydana geliyor.
Zararlılarla mücadele için kullanılan ilacın ancak % 1’’i hedef alınan canlı üzerinde etkili olmakta, geri kalan kısmı hedef alınmayan organizmalara, ekosistemlere kimyasal kirleticiler olarak karışmaktadır. Kimyasal ilaç kullanımı sonucu 447 tür ilaca karşı bağışıklık kazanmış, buna karşılık birçok tür yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Zararlıları yok eden türlerin de ilaçlarla yok edilmesi sonucu zararlılarda artış olmuştur.
Kimyasal ilaçların üretimini, dağıtımını, satışını yapan, bunları kullanan ve kimyasal ilaç kalıntısı olan besinlerle beslenen insanlar, zehirlenme riski ile karşı karşıyadırlar. Havadan ilaçlamanın sadece % 45'i hedef bitkiye gidiyor, % 10’u buharlaşma, sızma ve yüzeysel taşınmaya uğruyor. İlaçlama sırasın­da koruyucu elbise kullanılmaması üreticilerin ve tarım işçilerinin sağlığını olumsuz etkiliyor. Havadan yapılan ilaçlama sırasında, uçağa işaret vermek amacıyla her tadanın başına oturtulan insanların gün boyu zehirle duş yapması olumsuz etkiyi artırıyor.
Kimyasal ilaçların bir çoğu genetik karakterlerde değişmelere, endokrin ve hormonal denge durumuna etki etmektedir. Fungisitlerin kümes hayvanları tarafından alınması yumurta verimini düşürmektedir. Hayvanların do- kulan içerisinde biriken ilaç kalıntıları karaciğer, böbrek gibi organların fonksiyonlarını bozmanın yanında, ölümcül etkiler de gösterebilmektedir.
Tarım ilaçlan canlı yaşamını ve eko-sistemi büyük ölçüde olumsuz et­kiliyor. Sudaki bir birimlik pestisit yoğunluğu, küçük balıklarda 500’e, avcı balıklarda 75.000'e, balıklarla beslenen kuşlarda 80.00’e yükselmesi, havadaki 1 birimlik pestisit yoğunluğunun insanda 1 milyon birime ulaşması, ilaç kalıntılarının ne derece zararlı olduğunu gösteriyor. İlaç kalmalarından etkilenerek ölen kuşlar ve böcekleri yiyen diğer hayvanların vücutlarında, ilaçlamada kullanılan kimyasal madde kalıntıları birikmesinin, insanlar ve diğer canlılar üzerinde öldürücü dereceye varan etkisi olabilir. Özellikle ilaçların uygulandığı alanlarda doğal ve suni drenaj yapılmıyorsa ve kapalı havzalardaki göllere karışıyorsa, bu tehlikeler daha da artar.
Bir çok ilacın yıkama, pişirme gibi işlemelerle giderilmesi mümkün olmayıp, ilaçlama ile hasat arasındaki süre kısaldıkça insanlar üzerindeki zararlı etkisi artmaktadır. Türkiye'de ilaçlama ile hasat arasında ortalama bir hafta olan süre Almanya'da 18 gün, Hollanda'da ise 21 gün olarak tespit edilmiştir. Meyve hasadında ise Türkiye'de 5 gün beklenirken, İngiltere'de 25 gün, İsviçre'de ise 30 gün beklenmektedir. Türkiye'de ilaçlama ile hasat arasındaki sürenin oldukça kısa olması hasat yapan emekçilerin ve o ürünü kullanan insanların sağlığını olumsuz etkilemektedir.
Toprakta biriken ve suya karışan ilaç kalıntıları topraktaki yararlı mikroorganizmaları, solucanları, yararlı böcekleri öldürebilmekte, çiftlik hayvanlarını, bal arılarını ve yabani hayvanları zehirleyebilmekte, insanlarda akut ve kronik zehirlenmelere neden olabilmektedir. Ayrıca, ilaçlama sırasında gerekli hijyenik koşullara uyulmaması da insanlarda zehirlenmeler yol açabilmektedir. Üstelik ürün maliyeti artıp, kalitesinde düşme olmakta ve dışa bağımlılık da artmaktadır.

1.4.     Sulama
Sulama yapılan arazide tarla içi geliştirme hizmetlerinin yapılmaması ve gereğinden fazla su verilmesi, toprağın çoraklaşmasına, dolayısıyla verimsizleşmesine yol açarken, kimyasal gübre, tarımsal ilaç gibi etmenlerin çevreye verdiği zarar da arttırmaktadır. Bu tür kirlenme esas olarak dünyada ve Türkiye'de en yaygın sulama şekli olan suyun araziye kanaletler halinde yastık ve tavlalarla akıtılmasından kaynaklanmaktadır. (Türkiye'de sulanan arazinin % 95’i yüzey sulaması yöntemi ile sulanmaktadır.) Sulanan araziye gerekli sudan fazlasının verilmesi, tuzluluk oranın artması dolayısıyla verimsizleşme ile birlikte erozyonu da arttırabilmektedir. Böylesi bir dununla ABD, Kaliforniya'daki Imperial Valley'de 1910’da, Irak, Özbekistan ve Türkmenistan'da ise günümüzde karşı karşıya gelinmiştir. Aşın sulama, organik maddelerin tahribi ve toprağın kimyasal ve fiziksel verimliliğinin azalması sonucu besin kaybı olmakla ve tarla içi ve civan flora ve fuanaya zarar verebilmektedir.
Sulama sırasında da tuzlar, sulama suyu ile bitki kök bölgesine iletilirler ve burada, suyun gerek buharlaşma ve gerekse de bitki kullanımı ile tüketilmesi sonucu biriktirilirler. Toprak ortamında yeterli su vardır, ancak bitki kökleri, yüksek ozmik basınç nedeni ile bu sudan yaralanamamaktadırlar. Fizyolojik kuraklık, suyun alımının zorlaşması ile bitki büyümesini yavaşlatır ve sonuçta verim azalır. Buna karşılık yapılması gereken arazi tevsi ve toprak altı drenaj çalışmaları çok yetersizdir. Sulanan arazinin yüzde 10’nu kadarında arazi tevsi çalışması yapılırken, toprak altı drenaj sistemi yüz binde 10’nunda bile kurulmamıştır.
Sulama yatırımlarının ulaştığı düzey ve sulu tarıma geçişin rutubeti artırması ile, daha şimdiden Türkiye'de GAP Bölgesi'nde, ekolojik bir değişim yaşanmaktadır. Ortalama sıcaklık yüksekliği buharlaşma ve terlemeyi büyük oranda arttırarak su kaybını büyük boyutlara yükseltmekte ve arazinin fazla sulanmasına neden olmaktadır. Bu ise havadaki nem oranını yükseltmektedir. (Çukurova'nın sulanması ile de Adana'da havadaki nem oranı % 30dan % 90lara çıktı. Bu insanların hareket etmesini bile oldukça sınırlarken, eskiden olmayan zararlıların üremesine de yol açtı.) Şu anda, Bölgede, daha önce olmayan bitki hastalık ve zararlılarına rastlanmaya başlandı. Bölge halkı karılaştıkları hastalık ya da zararlıyı tanımadığı için başarısı tesadüfe bağlı mücadele yürütmek zorunda kalıyor. Diyarbakır Tabipler Odası, hazırladığı bir raporla da, sulamanın artması ile tropikal bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkabileceğini ve bu hastalıklara karşı önlemlerin şimdiden alınması gerekliliğine dikkat çekti.

2. ÇEVRE KİRLİLİĞİNİN TARIMSAL ÜRETİM ÜZERİNE GENEL ETKİLERİ

Enerji ve sanayi tesislerinin katı, sıvı ve gaz atıkları, hatalı ve aşın ilaç ve kimyasal gübre; kullanımının yol açtığı kirlilik, eko-sistemlerin karşılıklı bağımlılığı ve geçişkenliği nedeniyle son derece geniş alanlara yayılmakta ve çok değişik biçimlerde etkisini göstermekte olup hava, toprak, su kirliliğini oluşturmaktadır.

2.1. Hava Kirliliği
Tarımsal uygulamalar, hem küresel hem de bölgesel ölçekte atmosferi kirletmektedir. Toprak işleme, anız ve savanların yakılması, tarım alanı açma amacı ile orman yakılması, gübre ürerimi ve ilaç kullanımına bağlı olarak at­mosfere önemli düzeyde kirletici yayılmaktadır. Tarımsal ürerimi etkileyen hava kirliliğine yol açan etmenlerin başlıcaları fabrika ve santrallerden çıkan zehirli gazlar, otomobil eksozu gazlan, sprey vb. kullanımı olarak sayılabilir.
Bacalardan çıkan karbondioksit, aerosol spreyler ve soğutmada kullanılan kloroflorokarbonlann ozon tabakasını tahrip etmesi sonucu, dünya ikliminin değişeceği bir çok bilim adamınca belirtilmektedir. "Sera etkisi" adı verilen bu olgunun yeryüzündeki insan, hayvan ve bitki yaşamı üzerindeki olası etkileri tam olarak bilinmemekledir.
Fabrika ve santrallerden atmosfere bırakılan kükürt dioksit, nitroz oksit ve amonyum gibi gazların atmosferde form değiştirmesi sonucu oluşan asit yağmurları yüzlerce mil uzaklıktaki canlı yaşamı ortadan kaldırabilmektedir. Asit yağmurlarının etkisiyle Avrupa ve Amerika kıtalarında 7 milyon hektar orman ölmüştür. Kaliforniya’da hava kirliliğinin 1 yılda tarıma verdiği maddi zarar 300 milyon dolar olarak hesaplanıyor. Yatağan Termik Santralinin çevresinde tarımsal üretim yapılmasını engellediği ve ormanları yok ettiği saptanmıştır. Buna rağmen doğa harikası yerlerde termik santraller yapılmaya devam ediyor. Bu termik santral ancak 30-40  yıl süreyle faaliyette bulunabileceği göz önüne alınırsa, bu kadar kısa süre için doğanın böylesine tahribine olanak tanıyan zihniyet nasıl bir zihniyettir sorusu yanıt bekliyor.
Hava kirliliği sonucu, toprakta biriken kurşun, kadmiyum, cıva, çinko, bakır ve nikel gibi ağırı metaller ile toksiklerin toprak üzerine etkileri tam olarak bilinmemekle birlikte, topraklardaki ağır metallerin hareketliliğinin arttığı ve bu maddelerin topraktan yıkanması sonucu yeraltı suyu kirliliği meydana getirdiği biliniyor.
Çeşitli sınai faaliyetler sonucu ortaya çıkan arsenik, kurşun, cıva, molibden, gaz ve partül halindeki floridler, insektisitler ve sinir gazı gibi kimyasallar, bitkilerde fotosentezi yavaşlatırken, hayvanlarda verim düşüklüğünden, zehirlenmeden ölümlere kadar bir çök olumsuz etkilere yol açmaktadır. Bunun sonucu hayvansal ve bitkisel üretimde verim azalmakta, ürün kalitesi bozulmaktadır. Kükürtdioksidin en çok etkilediği bitki türü tahıllardır. Kurşunlu benzin tüketiminden kaynaklanan kurşun bitkilere doğrudan zarar verdiği gibi havadan suya geçebilmektedir. Bu, su ile beslenen bitki ve hayvanlar aracılığıyla insanlara kadar geçebilmektedir.

2.2.     Su Kirliliği
Tarımsal üretimi etkileyen su kirliliği etmenlerin başlıcaları, fabrika, santral ve ev atık sulan, kimyasal gübre ve tarımsal ilaç kullanımı olarak sayılabilir. Dünyada kullanılan suyun 2/3’ü kirlenmiş durumdadır. Su kirliliğinin nedenleri, evsel, sınai ve tarımsal kaynakla kirlenmeler olarak üç başlık altında toplanabilir. Evsel nitelikli kirlenmeye, fekal atıklar, organik atıklar vs. neden olur. Sınai nitelikli kirlenmeye, kimyasal atıklar, atık ısı, radyoaktif atıklar vs örnek olarak verilebilir. Tarımsal nedenli kirlenmeye, pestisid ve kimyasal gübrelerin yanlış kullanımı neden olmaktadır.
Bu kirlilik kaynaklan ile bir taraftan akarsular kirlenirken, diğer taraftan yeraltı sulan ve gelecekte içme suyu kaynağı olarak kullanacak göller de kirlenmelere maruz kalmaktadır. Keza denizler bu kirlilik kaynaklanılın yanı sıra, gemilerin sintine, balast ve tahliye sulan ile petrol boşaltından dolayısıyla petrol atıklarına maruz kalarak son yıllarda oldukça kirlenmiştir.
İnsanın doğrudan doğruya sağlığını tehdit eden su kirliliğinin Türkiye'de ulaştığı durum ürkütücü boyutlardadır. Türkiye'de su kirliliği ilk kez Haliç'in evsel ve sınai atıkları taşıyan kanalizasyon haline dönüşmesi ile dikkati çekmeye başlamıştır. Bunu İzmit ve İzmir körfezlerinin kirlenmesi ile Porsuk Çayı'nın kirlenmesi takip etmiştir. Bugün yoğun su kirliliğinin yaşandığı yerler; Marmara ve Karadeniz, İskenderun, İzmit, Haliç Çandarlı Körfezleri, Ankara, Simav, Nilüfer Çayları, Sapanca, İznik, Bundur, Eber, Ulubat, Mogan, Tuz Gölleri, Büyük Menderes, Kızılırmak, Gediz, Ergene ve Sakarya Nehirleri olarak sayılabilir.
Marmara Denizi'nin kirlenmesinin sonuçlarından birisi ticari değeri olan balık türlerinin son 30 yılda 125'den 4'e düşmesidir. Yine dünya verimlilik sıralaması kriterlerine göre 2. derecede verimli olan ve Türkiye'nin deniz ürünlerinin % 85'ini elde etliği Karadeniz her geçen gün biraz daha bu özelliğini kaybetmektedir. Karadeniz'in kirlenmesinde, Dinyeper, Dinyester, Don, Tuna gibi Türkiye dışındaki nehirlerden dökülen zehirli sular başlıca rolü oynamıştır. Bir zamanlar hiç kuşku duyulmadan suyu içilebilen Büyük Menderes bugün çevresindeki alanlara zehir saçarak tüm canlıların yaşamını tehdit eder hale gelmiştir. Gediz nehrini tavuk çiftliklerinin atıkları kirletmiştir. Ergene havzası, evsel ve sanayi atıklarının su ile taşınması sonucu tarımsal üretim yapılamaz hale gelmiştir. Tuz gölü evsel, sınai ve sulama suyu ile her geçen gün biraz daha kirlenmekte ve bu gölden çıkarılan tuzdaki ağır metal ve kirlilik parametreleri artmakta ve yoğunlaşmaktadır. 230 kuş türünün konakladığı ve 44 kadarının da kuluçkaya yattığı Manyas "Kuş Cenneti” ve Milli Parkı ", hem çevresindeki yoğun tarımsal faaliyet hem de sanayinin etkisiyle ölüme doğru gitmektedir.
Çeşitli kaynaklardan yapılan deşarjlar yeraltı sularını etkilemektedir Bu nedenle açık sular, tuz, klor, sodyum, bor konsantrasyonu içerdiği için verim düşüklüğü ve ürün kalitesinin bozulmasına neden olmaktadır. Keza drenaj sulan, gübre, zirai ilaç ve çeşitli zehirli bileşikler içerdiğinden, kullanım sularında ya da göl vb yerlerde toplanacak olursa, doğal yaşamı olumsuz etkilemektedir. Bunlara karşılık, DSİ Genel Müdürlüğünün su kaynaklarını ele alış biçimi daha çok miktar ve tüketime yönelik olmaktadır, su kalitesine ilişkin olarak olan suyun kirlenmesini önleyici ve kirlenen sulan temizleyici çalışmalar yok denecek kadar az düzeydedir.

2.3.     Toprak Kirliliği
Tarımsal üretimi etkileyen toprak kirliliği gibi etmenlerin başlıcaları, hava ve su kirlenmesinin toprak üzerindeki etkisi, ormansızlaştırma, çayır ve me­raların yok edilmesi, tarımsal alanların yerleşme, fabrika, yol gibi kullanımlara sunulması, erozyon ve yanlış sulama ile kimyasal gübre ve tarımsal ilaç kullanımı olarak sayılabilir.
Toprak kirlenmesi, humusun topraktan uzaklaşması, toprak besin maddesinin yanlış kullanımı, toprağın kötü işlenmesi gibi etmenlere bağlı olarak toprakta fiziksel ve biyolojik tahribat oluşması olarak tanımlanabilir. Toprak kirliliği çöpler, atıklar, zehirli atıklar gibi sınai faaliyetlerin sonucu olduğu gibi tarımsal üretimde gübre ve kimyasal ilaç kullanılmasının da sonucu olabilmektedir. Keza erozyon, ormansızlaştırma, toprak kayıplarının ve verimsizleşmesinin başlıca nedenleri ara­sındadır. Kentleşme ve sanayileşme ise verimli topraklarda tarımsal üretimi engellemektedir.
Sulama sularında fazla miktarda sodyum bulunması toprağın fiziksel du­rumunu bozarak, su ve havanın toprak içerisindeki hareketini önlemekte ve alkalilik zararlara yol açmaktadır. Sulama suyunda borun yüksek konsantrasyona ulaşması toprakta çoraklaşmaya neden olmakta; dolayısıyla bitki gelişimini olumsuz etkilemektedir.
Yeni yapılan karayolları, otoyollar en verimli toprakların üzerinden geçirilmekte, sanayi siteleri, turizm işletmeleri bu alanları betonlaştırmakta, tuğla fabrikaları toprağın alüvyonal kaymak tabakasını istedikleri gibi taşıyarak yok edebilmektedir. Son 50 yılda yerleşim ve sanayi yerlerine kaptırılan verimli tarımsal alan miktarı 15 milyon hektardır. Bu GAP projesi ile sulanacak alanın % 85'iııe yakın bir miktardır. Bir yandan tarımsal üretimi geliştirmeye uğraşılıyor, diğer yandan bereketli toprakların bulunduğu, Çukurova, Bursa, Sakarya, Düzce, Ankara gibi ovaları yok ediliyor. Keza 20 yıl öncenin tütün, zeytin, sebze deposu Bornova'nın hali meydandadır. Bu gelişme böyle devam ederse, tarım gibi hayati bir sektörde dışa bağımlılığının artması ve giderek büyüyen kent nüfusunun beslenmesinde ciddi sorunlarla karşılaşılması kaçınılmazdır
Toprak kirlenmesi, toprakların kalitesini ve verimini düşürmesi yanında insan sağlığına da zararlı olmaktadır. Toprakta veya bitkilerin üzerinde biriken maddeler besin yoluyla insan vücuduna geçerek biriktiği gibi, topraktaki maddelerle yaşayan bitki ve hayvanların vücutlarında da birikerek besin zincirine katılmakta ve bu ürünlerle beslenen canlıların vücutlarına geçerek insan metabolizmasına ulaşmaktadır.
Toprakların verimsizleşmesi ile Türkiye'de endemik bitki türlerinin 8'i tamamen yok olmuştur ve 46’sı da yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Biyolojik çeşitlilik açısından kıtasal özellik taşıyan ve büyük bir gen merkezi olan Türkiye bu gidişle bu özelliğini de kaybedecektir.

2.3.1. Erozyon
Türkiye topraklarını hızla yitiriyor, toprak erozyonu Türkiye'yi çölleştiriyor, tüketiyor. Türkiye yılda KM2’de 1,4 milyar ton, toprak kaybı ile toprak rezervi kalmamış 15 ülke arasına girmiştir. NASA'ya göre 50 yıl sonra çöl olacaktır.
Uzun yıllardan bu yana ormanların ve bitki örtüsünün tahribine bağlı olarak büyüyen erozyon, işlenebilir toprakların sınırına varılması ve artan mekanizasyona bağlı olarak çayır ve meraların da sürülmeye başlanmasıyla dev boyutlara ulaşmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında 443 milyon hektar mera alanının bulunduğu Türkiye'de şimdilerde yalnızca 20 milyon hektar "mera" olarak kullanılan alan bulunmaktadır: Buna karşılık bu ”meralar”da otlatılan hayvan varlığı yaklaşık % 50 artmıştır. Bu durumun yol açtığı aşın otlatma meraların çok büyük bir kısmında iyileştirme çalışmalarının yapılmasını gerektirmektedir. Oysa ormanların içinde ve bitişiğinde bulunan ve kesinlikle önlem alınması gereken 1,5 milyon hektar meranın, 1991 yılı sonuna değin yalnızca 64 bin hektarında çalışma yapılabilmiştir.
Meraların ıslahı ve korunması için hazırlanan Mera Kanun tasarısı ise meraların tahribini arttırabilecek maddeler taşımaktadır, örneğin, Tasarıda meraların sınırlarının belirlenmesi amacıyla öngörülen sürelerin komisyonların çalışmalarını tamamlaması için yetersiz olması, daha sonra, sınırlan henüz belirlenmemiş olan bazı meraların, mera sayılmaması sonucunu doğurabilecektir. Meraların kiralanması ise aşın otlatmaya ve uygun olmayan yerleşmelere neden olabilecektir. Yayla turizmi amaçlı yapılaşmaya izin ve­rilecek olması ise, meraların yağmalanmasına olanak tanımaktadır.
Türkiye'deki toprakların doğal yapısı da bu açıdan büyük dezavantaj oluşturuyor. Toprakların; % 37,2’lik bir bölümünü etkili toprak derinliği 20 cm’ye kadar olan çok yüzlek topraklardan, % 30,5’lik bir bölümü etkili toprak derinliği 20-50 cm. olan yüzlek topraklardan oluşuyor. Yılda, yaklaşık 13 milyon dekar ormanın yandığı düşünüldüğünde çölleşme tehlikesinin boyutları daha iyi ortaya çıkıyor. Türkiye'nin kara yüzeyinin %88,6'sında erozyon var ve erozyon bu alanın % 68,3’ünde "şiddetli ve "çok şiddetli" düzeylerde oluyor.
GAP bölgesine giren alanların % 53’ü şiddetli ve çok şiddetli erozyonun etkisi altındadır. Erozyon öncelikle, barajları tehdit etmektedir. Zamanında, maliyeti arttırır gerekçesi ile yapılan barajlarda toprak muhafaza ve ağaçlandırma çalışmalarının yapılmaması sonucunda, Keban Barajının kapasitesi şimdiden % 40 azalmıştır. Bu gidişle 20-30 yıl sonrada ekonomik ömrünü tamamlayacaktır. Atatürk Barajına da 50 yıl ömür biçiliyor. Bunun yanında, Çubuk 1 Barajı su toplama gücünün % 75’ini 47 yıl içinde yitirmiş, Karakaya Barajının 18 yıl içinde su tutma gücünün % 47si erozyonla taşınan topraklarla dolmuştur.
Yanlış toprak işleme yöntemleri erozyonun boyutlarını arttırmaktadır. Kurak ve yarı kurak bölgelerde erozyona en çok neden olan toprak işleme yöntemi toprakların derin ve devirerek işlenmesidir. Bu yöntemle alt katlarda bulunan nemli toprak tabakasının yukarıya çıkarılması ile toprağın geniş bir yüzeyi havalanmaktadır. Bu toprağı kısa süre için iyileştirse de artan mikro- organizma faaliyetleri ile toprakta bulunan organik maddeler hızla tükenmekte, toprak nemi hızla buharlaşmaktadır. Ayrıca münavebenin uygulanmaması, tek tip bitki yetiştiriciliği yapılması da yatay ve dikey erozyona neden olmaktadır.
Bilindiği gibi toprak erozyonu sırasında, öncelikle toprak, bitkileri besle­yici maddelerini yitiriyor ve yoksullaşıyor. Afrika'nın güneyinde yapılan bir araştırmada rüzgâr erozyonunda bile taşınan toprağın, kalan toprağa oranla 3 kat daha fazla organik madde ve azot 5 kat daha fazla fosfat ve 26 kat daha fazla potas içerdiği görülmüştür. Bu saptama, erozyon sonrası toprakların ne kadar fakirleştiği ve verimsiz hale geldiğine iyi bir örnektir.
Ayrıca toprak erozyonunu durdurmak, erozyona uğramış arazileri yeniden verimli duruma getirmek için yapılanların maliyeti önemli boyutlardadır. Erozyonla mücadele de esas olarak önleyici, koruyucu çalışmalara ağırlık verilmesi gerekir. Ama Orman-DSİ ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünce 1990 yılına kadar erozyondan korunma çalışması yapılması gereken 57 milyon hektar alandan ancak 15 milyon hektarda bu çalışma yapılmıştı.

3.   TARIMSAL KİRLENMENİN BAZI SONUÇLARI

Toprak, su ve hava gibi doğal ortamlar belirli orandaki atıkları özümleyebilir. İnsanların ürettiği atıklar doğanın özümleyebileceği oranı aşmıyorsa, kirleticiler sürekli olarak özümseneceğinden, büyük boyutlarda tehlike ortaya çıkmamaktadır. Ancak, kapasite zorlandığı zaman soranlar başlamaktadır.
Su, toprak, hava, besin ve eneği döngüsü dikkate alınmayıp, doğanı kendi gerçek kapasitesinin çok üzerinde kullanılması sonucu oluşan çevre kirliliğinin tarımsal üretim üzerindeki ilk akla gelen etkisi ekonomik olması gıda üretiminin her geçen gün daha pahalı bir hale gelmesidir. Bunda, verisizleşen topraklarda verimi arttırmak için daha çok gübre, ilaç, özel üretilmiş tohumların kullanılması başlıca rolü oynamaktadır. Bu yöntem verimi kısa erimde büyük ölçüde arttırmasına rağmen, bir süre sonra toprak dengesini bozarak, topraklan besin maddeleri yönünden fakirleştirmektedir. Bu durumda verimi arttırmak için daha çok kimyasal girdi kullanılması gündeme gelmektedir. Örneğin Türkiye genelinde 1 ton buğday üretebilmek için 1970’li yılların başında 44 kg gübre, 9 kg sertifikalı tohum yeterli oluyorken, bu miktarlar 1980’li yılların sonunda sırasıyla 168 ve 13 kg'a çıkmıştır. Aynı dönemde ilaç ve hormon kullanımı da artmıştır.
Bu yöntem kimyasal girdi üretim ve pazarlamasını elinde tutan ulusaşırı tekellerin çıkarına olmasından öte canlıların hastalık ve zararlılara karşı direncini azaltmakta ve doğanın dengesini bozarak flora ve faunayı da tahrip etmektedir. Nitekim türlerin yok olma hızı 100 bin yıl önce yüz binde 2, 1600-1980 arasında binde 4, olarak hesaplanırken 1980-2000 arasında binde 35 olacağı hesaplanmıştır. Ayrıca bu yöntem, çevre kirliliğinin insan üzerindeki gözle görülmeyen ve az bilinen besin kirliliğine yol açmaktadır.

3.1. Besin Kirliliği
Canlıların yaşam ortamını olumsuz etkileyen toprak, su, hava kirliliği, dünyanın neresinde okusa olsun tüm canlıları etkilediği gibi kirliliği oluşturan maddeler, besinleri de kirleterek insan vücudunda her geçen gün artan miktarda birikmektedir. 1990-93 yıllan arasında, Tarım ve Köy işleri Bakanlığının yaptığı incelemede, tavuk, sucuk, pastırma, çiğ süt, dondurma, beyaz peynir örneklerinin ortalama % 30ünda patojen mikroorganizmalar yönünden ilgili tüzük ve yönetmeliklere uyulmadığı görüldü. Sudan sonra insan bünyesine giren ikinci nitrat kaynağını yeşil sebzeler ile gıdalar, meyveler, süt ürünleri, ekmek, işlenmiş et oluşturmaktadır.
Marul suni gübre kullanımı nedeni ile nitrozamin içeriyor, kavun, karpuz üretiminde temik adlı  madde kullanılıyor. Kabak, domates kiraz ise dithiocarbamate, metakaxyl gibi kimyasalları taşıyor. Domates ve balık gibi besinlerden alınan hormon ve ağır metallerde bu listeye eklendiğinde hiç de olumlu/sağlıklı bir tablo ortaya çıkmıyor. Çoğu kanserojen olan bu maddeler besin yolu ile alınınca sinir sistemi felcinden, hücre bölünmesinin engellenmesine, anormal hücrelerin oluşumundan, zehirlenme nedeni ile ani ölümlere kadar bir çok soruna neden olabiliyor. Keza besi hayvancılığında yemden yararlanmayı, azot ve yağ depolamasını arttıran etkileri nedeniyle besi materyaline uygulanan anabolizanlar ve benzeri maddelerin insan sağlığına zararlı olmadığını söyleyebilen çıkmadı. Yeraltı, içme ve maden sularında biriken nitrat fazlalığı insan vücudunda çeşitli olumsuzluklara yol açıyor. Bu olumsuzluklardan ikisi kanın oksijen taşıma kabiliyetini ortadan kaldırması ve kanserojen etkisidir.
Kurşun kan üretimini engellemekte ve çocuklarda beyinde de tahribata neden olmaktadır. Kurşunun suda, havada ve besinlerde yüksek miktarda bulunması ise, anemi, böbrek tahribatı, sinirsel rahatsızlıklar, davranış bozuklukları, zekânın azalması ve zihin geriliğine neden olarak gösterilir. Amerikan Çevre Koruma Kurumu EPA'nın tahminlerine göre kandaki kurşunun % 50'si otomotiv emisyonları nedeniyle oluşmaktadır. Gıdaların depolanması ve işlenmesi sırasında gerekli sağlık şartlarına dikkat edilmemesi bir diğer etken olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin, gıdaları renklendirmek için kullanılan gıda boyalan, kilogramda 05 mg'dan fazla kullanıldığında kanserojen etki yapmaktadır. Bu maddeler, özellikle hassas bünyelerde ve çocuklarda alerji, astım ve karaciğer kanserine neden olabilmektedir. Koruyucu olarak kullanılan Nitrat Nitrit ise nitrozeminlere dönüşerek zehirlenmelere, kan bozukluklarına neden olduğu gibi kanserojen etkisi de vardır. Askorbikasit, benzoik asitler de limit aşıldığında zehirlenme yapabilmektedir. Genelde hazır çorbalarda ve lezzet arttırıcı tabletlerde tat arttırıcı olarak kullanılan mono sodyum glutamat yine dozu aşıldığında şizofreni, unutkanlık, hırçınlık yapmakta ve bir yaşına kadar bebeklere hiç verilmemesi gerekmektedir.
Kirliliği oluşturan maddelerin insan vücudunda gün geçtikçe birikerek artması ile tolerans sının aşılabilmektedir. Tolerans sınırını aşmadığı durumlara bile alınan suni maddelerin organizmanın işleyişi ve genetik yapı üzerindeki etkileri ise hala meçhuldür. Bitkinin doğal yapısını bozan bu maddelerin tüm canlı ve mikroorganizmaların genetik özelliklerini etkilemediği söylenebilir mi?
Gıdalara çeşitli nedenlerle katılan katkı maddeleri, saptanan limitler dahilinde olsa bile, bu limitler zararsız olduğu anlamına değil, pazarlama sınırlan dahilinde olduğu anlamına gelmektedir. Bir de katkı maddeli bir kaç gıda maddesinin birilikte kullanıldığı durumlarda, katkı maddelerinin bileşik etkisi de göz önüne alınmalıdır. Bu nedenlerle yukarıda verilen örneklerin tam etkisi bilinmemektedir, demek daha doğru olur.
Aslında buradaki sorun tarımsal ya da sanayi üretiminin gıda olayını nasıl etkilediğinden öte, sağlıksız gıda üretiminin, sağlıksız beslenmeyi doğuran zincirleme bir olgu olarak ortaya çıkmasıdır. Sorunun çözümü ise, kalkınma-çevre-beslenme-sağlık arasındaki ilişkiyi doğru zemine oturtmaktan geçmektedir. Bunun için de öncelikle varolan üretim ve tüketim süreci sorgu­lanmalıdır

4.   İKİ YAKLAŞIM

Ormanların ve yeşil örtünün azalması, havadaki karbondioksit miktarının artması, ozon tabakasının incelmesi, yeryüzünün ısınması, erozyon, atıklar, doğal kaynakların giderek tükenmekte olması ve yenilenebilir kaynaklarda karşılaşılan sorunlar gibi etmenler sonucu eko-sistemdeki tahribatın ulaştığı boyutlar insan ve toplum sağlığından öte, dünyadaki tüm canlılara yaşamını tehdit etmektedir. Doğa tahribatının ve çevre kirliliğinin her geçen gün daha açık bir hale gelmesi, toplumun tüm kesimlerini çevre sorunsalına dönük çözüm önerileri sunmak zorunda bıraktı.
Sunulan çözüm önerileri içerisinde başat olanı bu sorunun hali hazır sis­tem içinde bir takım düzenlemelerle ve çevre teknolojisinin kullanımı ile çö­zülebileceği temelindeki yaklaşımdır. Liberal-muhafazakâr siyasal partiler, sanayiciler ve bazı çevreci gruplar bu düşüncededirler. Hatta bu çevreler arasında çevre kirliliğinin sorumlusunun tüketiciler olduğunu iddia edenlere bile rastlanmaktadır. Bu kesimlerin çevre sorunlarına yaklaşımları sömürünün sürdürülmesine hizmet edecek mahiyette olup "Sürdürülebilir Kalkınma" tezine de bu doğrultuda yaklaşmaktadırlar. Türkiye'de "Sürdürülebilir Kalkınma" VI. Beş Yıllık Kalkınma Planının ana ilkesi olduğu halde var olan ÇED uygulaması etkisizleştirildi, termik santrallere nükleer santraller eklemenin yollan arandı, GAP’ta damla ya da yağmurlama yerine yüzey sulaması seçildi.
Bu yaklaşımın temeli 1970 yılında Roma Kulübü için hazırlanan raporla atıldı. Çok sonraları Dünya Çevre ve Kalkınma Konferansının sonunda hazırlanan Beş Rio Belgesi (1992) ve GATT Uruguay Raundu (1995) ile bu sürecin çerçevesi çizildi. Rio'da kabul edilen nokta eleştirilerek olumlansa bile, GATT Uruguay Raundu'nda imzalan anlaşma ve bunun sonucu kurulan Dünya Ticaret Örgütü (WT0), bu olumlulukların da uygulanmasını büyük ölçüde olanaksızlaştırmaktadır. GATT Anlaşmasında, çevrenin tahrip edildiği ve doğal dengenin bozulduğu gibi gerekçelerle uluslararası ticaretin kısıtlanamayacağı açıkça ifade edilmekte ve küresel ölçekte ticari liberalizasyon telkin edilip, çevrenin ve doğanın korunması ticarileştirilmektedir. Zehir ihracatını serbest bırakırken çevre kirliliğine karşı da çevre teknolojileri önermektedir.

4.1.     Evrenin Tahribinin Küreselleşmesi
GATT Anlaşması'na göre ticaret ve yatırımların uluslararası normların dışında "ulusal" düzenlemelerle sınırlanamayacak olması, ulusaşırı sermayenin standarda uymayan teknolojileri düşük çevre standartlı ülkelere - bu ülkeler de gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırılanlar olmaktadır- kaydırma olanağı sağlamaktadır. Bu, Türkiye gibi ülkelerdeki iktidar ve sermayelerce de desteklenmektedir[3]. Nükleer santral projeleri, atıkların yakıt olarak ihracı, termik santraller yapılması, siyanürlü altın çıkarılma», kimyasal girdilerin kullanımının artın İmasına dayalı tarımsal büyüme bunun örneklerindendir.
GATT’ın ticaretin önlenemeyeceği yolundaki hükümleri, bazı devletlerin ve ulusaşırı tekellerin doğayı tahribine olanak tanımaktadır. Geçtiğimiz yıllarda yunusları acımasızca ve ABD yasalarının izin verdiğinden daha çok sayıda öldüren çanak biçimindeki büyük balık ağları kullanıldığı için, ABD'nin, Meksika'dan ithal ettiği ton balığına koyduğu ambargoyu, GATT Uyuşmazlıkları Çözme Paneli, Meksika'nın ticaret haklarının tek taraflı olarak askıya alınamayacağı gerekçesiyle kaldırdı.
Kuzey Devletleri, kendi ülkelerinde yasaklanmış kimyasal girdilerin ticaretini rahatça sürdürebilmektedirler. Bir çok Kuzey Devleti, kendi ülkesinde üretilen, ancak kendi ülkesinde kullanımı ve iç piyasaya satışı kesinlikle yasak olan bir çok tarım ilacını Güney ülkelerine satmayı sürdürmektedir. Örneğin, İngiltere kendi ülkesinde kullanımı kesinlikle yasak olan üç tür tarım ilacı aktif hammaddesini "gelişmekte olan ülkelere" rahatlıkla satmaktadır Yine ABD kendi ülkesinde ürettiği 171 ilaç formülünün kullanımını 1980 yılında yasakladığı, ancak bu ilaçlardan 51 tanesinin diğer ülkelere satışının devam ettiği ortaya çıkarılmıştır.
Güney devletlerinin bu konuda hazırladıkları tüzük ve yönetmelikler, genellikle zehir ihracatını engellemeyecek ya da asgari şekilde engelleyecek niteliktedir. Dünyadaki 135 ülkenin bu konudaki mevzuatı incelendiğinde, 51'inde tarım ilaçları konusunda yeterli, 43'ünde yetersiz düzenlemelerin olduğu, 412'inde mevzuat olmadığı görülmektedir. Türkiye'nin bu konudaki yaklaşımını DDT de aldığı tavır açık olarak yansıtmaktadır.
Türkiye'de DDT kullanımı, kanserojen bir madde olarak, tarımsal ürünlerin üzerlerinden birikerek insanı zehirlediğinin açıklanmasından sonra, 1978 yılında yasaklanmış, ama üretim ve satışının yapılaması bazı kayıtlar konulmakla birlikte engellenmemişti. DDT’nin üretim ve satışı, ancak, DDT kullanımın bir çok ürünün ihracatını engeller hale gelince 1985'de yasaklandı. DDT’nin kesin olarak yasaklandığı Genelgenin çarpıcı özelliği, DDT üreten ve satan firmaların stoklarını tüketmeleri için 6 ay daha satışının serbest bırakılmasıdır. Böylece Bakan adına yazılan genelge ile tarım ilacı bayilerinin ve fabrikaların ellerindeki stoklar tüketilsin diye 50 milyon insana 6 ay daha bile bile zehir yedirildi.
Buna karşılık, Kuzey Devletleri, kendi ülkelerinde kimyasal girdi kullanımını azaltmak için zararlılarla biyolojik mücadele yöntemlerine ağırlık vermekte, organik gübre (çürümüş yaprak ve baklagil kabuklan ile tohumlarının karıştırıldığı hayvan gübresi) kullanımını yaygınlaştırmaktadırlar. Böylece böcek böcekle yok edilmekte, ultrasonik seslerle böcekler uzaklaştırılmakla. yeni sürme ve ekme teknikleri uygulanmakta, ekim rotasyonu yapılmaktadır..
1970’lerde, kimyasal girdilerin kullanılmasının toprak verimini düşürdüğü bir dönemde, çevreci kamuoyunun da etkisiyle onaya çıkan biyolojik - organik yöntemler dünya çapında yaygın bir eğilim değildir. Deli inek hastalığı, Kuzey devletlerinin kâr söz konusu olduğunda insan sağlığını kendi ül­kelerinde bile hiçe sayabildiklerinin çarpıcı örneğidir. Deli inek hastalığı, bugün herkesin bildiği gibi, çeşitli hayvan leşlerinin ve mezbaha artıklarının yemlere düşük ısıda katkı maddesi olarak katılmasından kaynaklanmıştır. Bu yöntemin hastalık yaptığı 1988'den itibaren bilim adamlarınca savunulduğu halde yöntemden vazgeçmek yerine bilim adamlarının araştırma olanakları ortadan kaldırıldı. Hastalık yadsınamayacak şekilde ortaya çıktıktan sonra da göstermelik önlemlerle geçiştirildi.
Tanındaki esas eğilim ise ulusaşın gıda tekellerinin gübre, ilaç, tohum gibi temel girdilerdeki üstünlüklerini bio-teknoloji ile birleştirerek, gelişmekte olan ülkelerin tarımlarını bağımlılaştırmalarıdır. Bu amaçla günümüzde gelişmekte olan ülke diye adlandırılan ülkelerde ulusaşın şirketlerin yüksek bağımlılık yaratıcı ilaç, gübre ve tohum paketlerinin daha çok kullanılması teşvik edilmektedir. Türkiye'de tohumculuğun özel sektöre açılması, gübre fabrikalarının satışı, TZDK'nın etkisizleştirilmesi ve tarımsal ürünlerin pazarlanmasında 1920lerde olduğu gibi borsa sistemine geçilmesi bu sürecin parçalandır. GAP ise ulusaşın tekellerin yeni yayılma alanıdır.

4.1.1. Gelişen Genetik Ürünler Tahribatı da Yaygınlaştırmakta
Biyoteknoloji ile çeşitli hastalıklara ve hava şartlarına dayanıklı, verimi yüksek, az gübre isteyen, erken olgunlaşan vb, bitki türleri elde edilmesi için yeri canlı ve/veya yeni melez türlerin yaratılmasına çalışılmaktadır. Yeni türler için hammadde olan bitki ve hayvan endemikleri[4] DNA’ları akrabalık koşullarına bakılmadan bitki ve hayvanlara aşılanmaktadır. Örneğin bugün ateşböceğinin bazı genleri tütüne aşılanarak yeni bir tütün çeşidi elde edilmektedir. İstenilen endemikler ise esas olarak Türkiye gibi ülkelerde bulunmaktadır.
GATT Anlaşması’na göre, ulusaşırı araştırma laboratuarlarının, dünyanın neresinde olursa olsun istedikleri bitki ve hayvan endemiklerini serbestçe ve parasız olarak, yeni ve/veya melez türler yaratmak için yararlanabilecek olmaları doğanın yağmasının yolunu açmaktadır. Endemikler bakımından kıtasal özellik taşıyan Türkiye, bu özelliği ile yağmalanma alanlarının başında yer almaktadır. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye'den kardelen ihracı böyle bir tehlikeyi ortaya çıkarmıştı. Türkiye'den ithal edilen "Bombey Arıları” Hollanda'da seracılar tarafından döllenmede kullanırlarken, Türkiye'deki seracılar lembasiti kullanmaktadır. Yine Türkiye'den sağlanan bir buğdayın yabani akrabasının hastalıklara dayanıklılık yönünden ABD'de yılda 50 milyon dolar, bir başka buğday çeşidinin Rus buğday afitine dayanıklılığı ile her yıl 300 milyon dolar ek gelir sağladığı hesaplanmıştır. ABD pizza sanayii kendine en uygun domatesin genlerini Peru'daki bir yabani domatesten almaktadır[5].
Bu gelişmeler birçok tür ve çeşidin ortadan kalkmasını hızlandırarak doğanın doğal dengesinin hızla bozulması ile birlikte ticari bitki ve ürünlerde salgın hastalıkların dünya çapında artmasına neden olabilecektir. Rio Sözleşmesine göre. Kuzey devletleri biyolojik çeşitliliğin korunması için Güney devletlerine yardımcı olacaklar ve destek sağlayacaklar, ayrıca onlara bio-genetiği öğretmeyi ve yararlandırmayı da üstleneceklerdir. Ama bunun gerçekte böyle olmayacağı; Birincisi Rio sözleşmesi, hukuksal olarak temenni niteliğinde olup hiç bir bağlayıcılığının olmadığı, ikincisi doğal denge ve çevrenin bunlarla ilgili her şeyin metalaştırılması ile konulamayacağı için açıktır. Üstelik bu gerçekleşse bile bu teknoloji paylaşma değil teknoloji transferi ve ticarileştirme şeklinde olacağı için yeni bir bağımlılık halkası olacaktır.
GATT Anlaşması ile fikri (entelektüel) haklan korama adı altında, dünya çapında patent ve lisansın zorunlu yapılmasının tarımsal alandaki etkilerinden birisi, bu yeni ürünleri bir kere kendi adlarına kayıt ettirince, uluslararası araştırma laboratuarlarının, bizzat bu ürünün kaynağı olan ülkelere karşı bu ürünleri, 20-30 yıl koruyabilecek olmasıdır. Böylece güney ülkeleri ya kendi doğal çevrelerinden gelen genlerden faydalanamayacaklar yada faydalanmak için istenilen bedeli ödemeye razı olacaklardır. "Çevresel açıdan duyarlı teknolojilere ilişkin araştırma - geliştirme çalışmalarında ve uygulamalarında etkili bir uluslararası işbirliğine" gidilmesinin nasıl bir işbirliği olacağı da ortaya çıkmaktadır.
Buraya dek anlatılanları ABD Başkanın eski bilim danışmam Dr. George KEYTWORH'un bir konuşmasında "Birleşik Devletler tarımı, dünyadaki hâkim gücünün, bugünkü gibi kalması için, biyoloji bilimlerindeki yeni bilgi avantajım kullanmak zorundadır" demesi tamamlamaktadır.

4.2. NGO'lara Yüklenen İşlev[6]
Bugün bir çok kesim çevre sorularının teknoloji ile ama sivil toplum örgütlerinin (sanayi ve devletin etkili bir kontrole tat» tutularak), bilgi edinme özgürlüğü ve karar verme süreçlerine katılması ile mümkün olduğunu savunuyorlar. Bu yaklaşım, Kuzey devletlerince ve uluslararası kuruluşlarca da desteklenmektedir. Bu politikanın yaşama geçirilmesi için hükümetler, "Sürekli ve dengeli kalkınma sürecine hükümet dışı öğütlerin aktif katılımı”nın sağlanması adı altında, NGO'larla yerel otoriteleri de sürece eklemlemeye zorlamaktadırlar. NGO'ların sürece katılması savunulurken ’Toplam Kalite Yönetimi"ne atıf yapılarak, projeye katılımın projeden daha iyi sonuçlar alınmasına yol açacağına işaret edilmektedir.
Hedeflenen ise "bu örgütlerin politika yapma ve karar verme sürecinden uygulamaya kadar her seviyede dâhil edilmeleri" söylemi ile NGO’lar ve yerel otoritelerin, yeni dünya düzensizliğinde aracı, itici, yönlendirici ve iletişim sağlayıcı roller almasını sağlamaktır. Bu amaçla NGO’lar ve yerel otoriteler ile Devletler, IMF, Dünya Bankası ve diğer çok taraflı veya iki taraflı yandım kuruluşlar arasındaki gerilimler ortadan kaldırılmakta NGO’lar yakın takibe alınarak çevresel yardım ve fon dağıtılmasında ön plana çıkarılmaktadır.
NGO’lar, aynı zamanda, ana sürecin dışında kalanlara; halkın tek tek yoksul, işsiz, aç fertlerine kendilerine yetecek bir üretimi gerçekleştirmede de araç olarak görülmektedir. Bu amaçla kendine yeterli yerel ekonomik modeller özel olarak geliştirilmekte ve yaygınlaştırılmaya çalışılmakladır. Bu çeşitli yerel ekonomiler, sistemin dışladığı kesimleri, bir biçimiyle yedekte tutacak, isyanlara yol açmayacak ve karınlarını doyurduğu oranda, kendi toplumlarının güven kaynağı, dünya ekonomileri için de denge unsuru olarak görülmektedir. Bu aynı zamanda entegrasyonun dışında kalınamaz savlarını da geçersizleştirmektedir.
Bu çerçevede Türkiye'deki özel sektör bir yandan TEME, Türkiye Çevre Vakfı gibi kuruluşlarla "zülf-i yâre" dokunmadan sorunsalın "çözümü" için bazı adımlar atarken diğer yandan da çevre koruma önlemlerinin kaldırılmasını istemektedir. İzmir'in sorunları ile ilgili hazırlanan ve Başbakanlığa sunulan Raporda EBSO Organize sanayi Bölgesinin ÇED kapsamından çıkarılması ile 3573 sayılı yasa gereğince zeytinlik alanların 3 km yakına sanayi tesisi yapılmasının yasaklanmış olduğu ve bu hükmün organize sanayi bölgeleri için uygulanmamasını istemektedir. Yine aynı rapora göre İzmir’in 20 sorunu arasında çevre kirliliği 15. sırada yer almaktadır.

4.3. İflas Eden Yalnız Doğa mı?
Her iki yaklaşım da, emperyalist-kapitalist kalkınma tarzının reddini değil. Güney ülkelerinin büyüme hızlarının yavaşlatılması ile kaynakların daha uzun zaman ulusaşırı tekelerin ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirmesini istemektedir. Bu, doğal kaynaklan tükenmekte olan Kuzey ülkelerinin. Güney ülkelerinin var olan doğal kaynaklanın daha uzun zaman sömürme ihtiyacını karşılamaya yöneliktir. Çözüm önerileri ise hesaplama ve fiyatlandırma mekanizmalarına, çevresel maliyetleri dâhil etmek ve teknoloji ile çevresel kirliliği temizlemektir.
Hesaplama ve fiyatlandırma mekanizmalarına çevresel maliyetlerin yansıtılmasının kabulü, bedelini ödeyen kirletir anlamına gelmektedir. Bugüne dek doğal kaynakların serbest (fiyatsız) bir mal olarak görüldüğünü, doğal kaynakların da bir bedeli olması gerektiğini söyleyen bu çevreler, bir ürünün fiyatına doğal kaynağı tüketmesinin de eklenmesini istiyorlar. Çevre eski Bakanı Rıza Akçalı; “Tüketim ekonomisi içinde doğal kaynak fiyata yansıdığı için tüketimi frenleme, sınırlama söz konusudur. Sanayi sektörünün doğal kaynağı daha az kullanarak üretim yapması söz konusudur” diyerek bu ilkeyi çok açık dille savunmaktadır. Bu ilke temiz bir hava, su ve besin, deniz ve güneş isteğine yanıt vermemekte, tersine bu tür bir dünyayı "Ne yapalım bedelini ödediler, kirletsinler” türü bir yanıtla imkânsızlaştırmaktadır.
Çevrenin geliştirilen yeni teknolojiler ile temizlenmeye çalışılmasının, tahrip edilen doğal dengeyi yeniden kuramayacağı açıktır. Tahribatın canlı türlerini yek ettiği bilinmektedir. 1 cm toprağın oluşması 100 ile 400 yıl al­makta, bu toprağın verimli hale gelmesi ise 3 ile 12 bin yıl gerektiği ve bir meşe ormanının 150 yılda yetiştiği göz önüne alındığında, tahrip edilen eko-sistemin, en azından kısa sürede, yeniden oluşturulamayacağı rahatlıkla söylenebilir. Açık olan bir diğer şey de çevre ekipmanlarının geleceğin sanayisi olarak değerlendirilmesi ve bu alanda ABD'nin üstünlüğüdür.
Bugün "insanlar" doğa üzerinde sınırsız tasarrufu bulanma çabası ile hem doğayı tahrip etmekte hem de gelecek kuşaklara yaşanılamaz bir dünya bırakmaktadır. Hâlbuki o doğanın sahibi değil, onun bileşenlerinden birisi olan bir konuktur. Konuk olarak da, yalnızca doğadan yararlanma hakkı vardır ve kendisinden sonra gelen konuklara tahrip edilmemiş, yaşanabilir bir ortam bırakmakla yükümlüdür. Ama var olan sistemin mantalitesi, ilişkileri, üretim ve tüketim yapısı doğanın tahribatını ortadan kaldırmaya olanak tanımamaktadır. Bu özelliği ile de doğanın tahribi ekolojik sorunsal halini alıp, sanayi devriminden ve onu biçimlendiren kapitalist sistemden kaynaklanmaktadır.
Kapitalizmin insanlarla birlikte evrenin tüm kaynaklarını sınırsızca sö­mürmesi ve kirletmesi sonucu yaşam çevremiz olan su, hava ve toprakların tahribi, bütün canlılarla birlikte insanların yaşamlarını da tehdit etmektedir. Buna karşılık resmi çevrelerin sorunsala yaklaşımının özü tüm yaşam çevremizin metalaştırılmasıdır. Bir benzetme yaparsak, sosyal haklar ve sosyal devlet nasıl sömürüyü, işsizliği, açlığı vb.lerini ortadan kaldırmıyorsa, bu da sorunsalı ortadan kaldırmayacak ama manipülatif yöntemlerle evren üzerinde yeni bir egemenlik biçimini kuracaktır. Hâlbuki metalaşmadan kaynaklanan ve varlığı tüm ulusal ve uluslar arası resmi çevrelerce kabul edilen sorunsal kapitalizmin iflasından başka bir şey değildir.
İnsanın var olabilme, biyolojik varlığını sürdürebilme, geliştirebilme mücadelesindeki her değişme ve gelişme insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. İnsanlık tarihinin her dönüm noktası, aşaması, insanlığın köleleşmesinde bir adım olduğu gibi, doğayı köleleştirmesinin de bir adımı oldu. İnsanları egemenlik altına alma, doğaya egemenlik altına alma süreçleri iç içe geçerek birbirlerini beslediler. Bu besleme, 20. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. 21. yüzyıla yaklaştığımız bugünlerde eko-sistemin bozulması tüm canlıların yaşamını sürdüremeyecek düzeye gelmesi aynı zamanda kısa dönemli bireysel ekonomik çıkarların ön planda olduğu burjuva toplumunun ve kalkınma tarzının iflasını da gösteriyor.

5.    SESLİ DÜŞÜNCELER

Tarımsal üretime olumsuz etki eden doğa tahribi etmenlerinin ve doğayı tahrip eden tarımsal üretim etmenlerinin tarımsal üretim ve çevre üzerindeki tahribatı yerel/bölgesel olmayıp, dünya çapında bileşik tahribat oluşturmaktadır. Eko-sitemin geçirgenliği bir yer/bölgedeki kirlenmenin dünyanın diğer yer/bölgelerini de olumsuz etkilemesine yol açmaktadır. Avrupa tarımında kullanılan DDT’nin Güney kutbundaki penguenlerin vücutlarında birikmesi, Meksika körfezinde işaretlenerek bırakılan yılan balıklarının Türkiye'de Fırat nehrinde bulunması bölgesel / yerel kirliklerin tüm dünyayı etkilediğini göstermektedir.
Ekolojik sorunun temelinde doğanın sömürülecek bir kaynak olarak görülmesi yatmaktadır. İnsanın doğanın sahibi değil, onun bir parçası olduğundan yola çıkarak yeni bir gelişme -kalkınma modeli geliştirilmelidir. Bu gelişme - kalkınma modeli, geçmiş yaşam tarzlarına dönüş ile değil metalaşmanın aşılması ile bulunabilecektir.
Eğer Almanya'daki asit yağmurlarını, Somali'deki açlığı, New York sokaklarındaki evsizleri, Çernobil'deki lösemili çocuklan ortaya çıkaran nedenler aynı ise, çözümü de birlikte aramak gerekiyor. Bunun için de yoksulluğa karşı yürütülen mücadele ile doğayı koruma mücadelesinin bağını kurabildiğimiz oranda geleceğe umutla bakabiliriz. Bu mücadele ise "ekonomilerin entegrasyonu" olarak adlandırılan metalaşmanın yaygınlaştırılmasına ve derinleştirilmesine karşı, halkların ekonomik, siyasal, ekonomik, kültürel entegrasyonunu hedeflemelidir. Bu entegrasyon ise tabandan ve aşağıdan olarak, halkların kendi özgünlükleri içerisinde yer alabilecekleri, yardımlaşma ve dayanışmanın geliştirildiği, sistem dışı bir yaşam tarzının oluşturulduğu ölçüde gerçekleşebilir.
Bu enternasyonal için mücadele, aynı zamanda çevreyi yeniden yaratma gücünden daha fazla tahrip etmeyecek, özümseme gücünden daha fazla kirletmeyecek bir üretimi ve paylaşımı hedeflemelidir. Bu ise doğal çevreden hammadde olarak madde ve enerji alıp, onları atık olarak geri veren şimdiki üretim sisteminin, maddenin sürekli olarak sistem içinde enerji olarak dolaştığı bir üretim sistemi ile aşılması ile mümkün olabilir.


Kaynaklar:
Ortak Geleceğimiz; Türkiye Çevre Vakfı Yayını, Ankara, 1988
Toprak -İnsan Çevre Sempozyumu; TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara, 1991
Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı; Çevre Bakanlığı Yayını Ankara 1993
TOBB Çevre Kurulu Rapora; Ankara, 1993
2. Çevre Şurası Çalışma Belgeleri; Çevre Bakanlığı yayını
Toprak Erozyonunun Önlenmesinde Yurttaş Katılımı; Kırsal Çevre ve Ormancılık  Sorunları Araştırma Demeği Yayını No: 8, Ankara, 1995
IV. Teknik Kongre; TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, T.C. Ziraat Bankası Yayını, Ankara, 1995
Sürdürülebilir Kalkınma Sempozyumu; TMMOB. Ankara, 1996
Tarım çevre İlişkileri sempozyumu Bildiri Kitabı; Mersin Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, 1996
Düzgören, Bahar Öcal, Koray. Ben Devletim Çevreyi Kirletirim; BDS yayınlan 2. Baskı
Gündüz, M. Dünyada ve Türkiye'de Organik Tarım, Organik Tarım Ürünlerinin Pazarları ve Türkiye İhracatı Açısından Değerlendirilme; İGEME yayınlan Ankara, 1994
Ziraat Dünyası, Türkiye Ziraatçılar Demeği Yayın organı, Sayı 411, 413,  424, 425, 428, 425, 426
Çevre ve Mühendis; Çevre Mühendisleri Demeği Yayın Organı, Sayı 2,4
Agro Tech; Sayı 4
Tarım ve Köy Dergisi; Tarım ve Köy işleri Bakanlığı Yayın Organı, sayı 92 ve 109
Sürdürülebilir Kalkınma; Yeni Türkiye Çevre Özel sayısı, Temmuz- Ağustos 1995






[1] Bu yazı "VE DÜNYA KİRLENDİ" adlı kitabın Tarım ve Çevre bölümünde aynı başlık ile (Sf 237-264)  yayınlanmıştır. (Öteki Yayınları Özgür Üniversite Kitaplığı 3, 1997,  Ankara )
[2] Türkiye'de tarımsal mücadele ilaçlarının kullanımında, bilimsel veriler değil, gelenek ve göreneklerle bayilerin yönlendirmesi etkili olmaktadır.
[3] "Sanayi sektöründen salt çevrenin korunması ve hümanistlik yaklaşımlar adına eski teknolojilere ait patent haklarından vazgeçilerek yeni teknolojiler ile ürünler için yemden ortamında aşama sağlanmasını düşünmek ve bu yolla somut sonuçlar almayı ummak pek gerçekçi olmamaktadır” TOBB Çevre Kurulu Raporu s. 81 Ankara 1993
[4] Belirli bir ekoloji içerisinde yayılış gösteren, sadece o çevreye özgü olan bitki ve hayvan türleri
[5] Biyo teknolojinin günümüzde geldiği noktalardan bir diğeri ise insan genlerinin şifresinin çözülmesidir. Bu bir çok hastalığa çare olabilecektir. Ama bunun bir ileri adımı ise insan genleri ile oynayarak istenilen tipte insanlar meydana getirmektir. Bu doğrultuda atılacak adımlar ise ister bo­yun eğen ister sağlıklı insan oluşturmayı hedeflesin Nazilerin üstün ırk yaratma çalışmalarının yeni bir versiyonu olarak insan robotlar üretmektir. Konunun bir diğer boyutu ise günümüzde hormonlu bitkilerde görülen so­runlara benzer sorunlarla karşılaşılması ve biyolojik olarak insan çeşitliğinin de ortadan kaldırılmasıdır.
[6] Non Governmental Organization: Türkçesi Hükümet Dışı Organizasyon­lar olmakla birlikte Türkiye'de Gönüllü Kuruluşlar ya da sivil toplum kuruluşları olarak adlandırılmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.