TARIM VE GIDA SEKTÖRÜNDE ÖZELLEŞTİRME
Pakistan'da havaların kurak gitmesi sizi ilgilendiriyor mu? Ya Blu
Jean, havlu, iç çamaşır, tişört gibi pamuklu mamullerin fiyatlarının sürekli
artması sizi ilgilendiriyor mu? İkisi de ilgilendirmeli! Neden mi? Çünkü kuraklık
dünya pamuk rekoltesinin düşük olmasına yol açıyor. Rekolte düşüşü ise pamuk
fiyatlarının sürekli yükselmesine, dolayısıyla kullandığınız kotun fiyatlarının
artmasına yol açıyor. Havalar kurak gittikçe de benzer durumlarla karşılaşmak
kaçınılmaz gözüküyor. Pamuk ve diğer tarımsal ürünler yeteri kadar sulanabilse
böylesine rekolte düşüşleri olmaz. Ama sulama kanalları özelleştirildiği için
de paralı hale gelen sulamayı üretici yeteri kadar yapamıyor. Bundan dolayı da
işi Allaha kalıyor. Pamukta durum bu da diğer ürünlerde durum farklı mı? Tarımsal alandaki özelleştirmeler Pakistan ve
Hindistan'da uygulanıyor da Türkiye'de uygulanmıyor mu? Son bir yılda nohutun
fiyatının % 455, yeşil mercimeğin % 410, barbunyanın % 266.6, pirincin %
207.6, bulgurun % 200, Kuru fasulyenin %
160 artması ile Özelleştirme politikaları arasında nasıl bir ilişki var?
Özelleştirme politikalarını yalnızca var olan KİT'lerin satılması
değildir. Özelleştirme politikaları esas olarak devletin ekonomiye müdahale
tarzının değiştirilerek, üretim, dağıtım ve değişim süreçlerinin uluslar ötesi
sermayenin istediği koşullarda yeniden organize edilmesidir.
Bu aynı zamanda uluslararası tarım ve gıda politikalarının değiştirilmesi
tarımda ve gıda sektöründe yeni bir uluslararası işbölümünün yaratılması
anlamına gelmektedir. Bu yeni politika dünya çapında örgütlenmiş gıda
tekellerinin gübre, ilaç, tohum gibi temel girdilerdeki üstünlüklerini
bio-teknoloji ile birleştirerek, tarımda
yeni bir egemenlik tarzını dayatmalarından başka bir şey değildir. Bunun için
de üreticileri ve tüketicileri uluslar ötesi gıda tekellerine doğrudan bağımlı
hale getirmektedirler. Bu amaçla Türkiye gibi ülkelerdeki tarımsal yapılar ve
gıda sanayi yeniden biçimlendirilmektedir. Buralardaki üretim, küçük
üreticilerin yararına, tüm insanlığın ortak çıkarlarına ve ihtiyaçlarına göre
değil, dünya çapındaki tekellerin kar beklentilerine ve zengin tüketicilerin yine
bu tekeler tarafından güdülenmiş tüketim alışkanlıklarına göre biçimlendirilmektedir.
Bunun için de Türkiye gibi ülkeler yemlik tahıllar ile yağlı tohumlar, turfanda
sebze, meyve ve balık gibi ürünleri üretmeye zorlanarak, beslenmede de
kendilerine yeterlilikten çıkarılmaktadır.
Diğer yandan bu dünya çapındaki işbölümü politikalarının yanı sıra
tek tek ülkelerde kamusal tarım ve gıda kuruluşları da yeniden biçimlendirilmektedir.
Örneğin Türkiye’deki EBK, SEK, sümerbank,
Tariş, Çukobirlik vb'leri tasfiye edilmektedir.
Tasfiyesi ilk hedeflenenler arasında
ise sigara, tahıl, et ve süt ürünler yer almaktadır. Türkiye açısından tütün
ve sigara alanındaki gelişmeler bunun tipik bir göstergesidir.
Özelleştirmeye bir örnek “Tütün”
“Gelişmiş" ülkelerde kişi başına yıllık sigara tüketimi artık
artmamakta, hatta sigara karşıtı kampanyalarla sınırlanmaktadır. " Gelişmekte
olan ülkeler”de ise sürekli olarak artmaktadır. Örneğin Türkiye'de yıllık kişi
başına sigara içimi her yıl % 3 artmaktadır. Bunun % 50'sinin Marlboro ve
Camel'ce karşılanması hedeflenmiştir.
Uluslar ötesi sigara tekelleri 2000 yılında 7.945 milyon ton olması
beklenen dünya tütün üretimini ve 1293 milyon tona çıkacak tütün dış satımını tamamen
denetimleri altına almayı hedeflemektedirler. Bu amaçla Brezilya, Zimbave,
Arjantin, Tayland, Malawi gibi ülkelerde tütün ve sigara üretim ve dağıtımını
kendi kontrolları altında almaktadırlar. Türkiye'de de Marlboro, parliament,
sigaralarını üreten Philip Morris, Sabancı Holdingle birlikte Philsa'yı
kurarak, Torbalı'da sigara üretimine başladı. Camel, Winston, Salem sigaralarını
üreten Jr Reynolds da geçtiğimiz aylarda Torbalı'da kurduğu sigara fabrikasıyla
bu kervana katıldı. Buna karşın Maltepe ve Samsun sigaralarını üreten
fabrikalar, Son 20 yıl içerisinde teknolojik gelişmelerden hiç nasibini almamıştır.
Bunun sonucu olarak ulusal tütüncülüğün simgesi haline gelmiş olan Cibali Tütün
fabrikası 1994'de kapatıldı.
Bu noktaya gelininceye kadar çok yol kat etmek gerekti: 1984'de Tekel'in
yabancı sigara ithal etmesi ve dağıtması serbest bırakıldı. 28 Mayıs 1986
gecesi TBMM'de bu güne kadar eşine rastlanmayan bir yöntemle Tütün tekelini
kaldıran yasa maddesi, 3291 sayılı Merkez Bankası yasasına eklenerek çıkarıldı;
1988 yılında Virginia ve Burley tütün ithali serbest bırakıldı. Tekel aynı yıl,
Tokat sigara fabrikasında ABD’den tütün ithaline giderek % 85'i virjinya tütünden
yapılan Tekel 2000 adı altında Amerikan harmanı sigara üretmeye başladı; 1991 yılında
"sigara imali, ithali ve dağıtımın üzerindeki devlet tekeli" kaldırılıp,
fiyatlaması, dağıtımı ve satışı serbest hale getirildi; 1992 yılında yabancı tütünle
yurt içinde harmanlanmış ve imal edilmiş sigaraların satış fiyatı üzerinden fon
alınmasının kaldırılması ile hazine almakta olduğu vergileri, kar olarak Camel
Ve Marboro'ya devretti.
Kısacası, devlet eliyle sigara içim zevki değiştirilerek yabancı
markalara ve Virginia tütününe bağımlılık yerleştirildi. Bu tütünler ise Şark tütününden
daha kaliteli değildir. Tersine daha kalitesiz olduğu için Çeşitli kimyasal
maddelerle kokulandırılmakta ve içimi kolay hale getirilmektedir. Bu ise tütüne
ek zararlarla birlikte özel olarak markaya bağımlılık oluşturmaktadır.
Tütünde uygulanan özelleştirme programının asıl önemli yanı Virginia,
Burley tütünlerinin ekilmesi değildir. Asıl önemli olgular Şark tütünün ortadan kaldırılmasıdır. Diğer
yanı ise Tütün üreticisinin ve sigara tiryakisinin sigara tekellerin insafına bırakılmasıdır.
Artık Tütün, esas olarak uluslararası Tekellerin ihtiyaçlarına göre ekilecek. Bu
Reji'nin yeniden hortlatılmasından başka bir anlama gelmemektedir. Türkiye'de
ne kadar, hangi çeşit tütün ekileceği,
kalitesi, fiyatı, yetiştirme yöntemleri, uluslararası tekeller
tarafından doğrudan karar verileceği bir sürecin başlarında bulunuyoruz.
1980’li Yıllar:
Kamusal tarım ve gıda sanayi
kuruluşları dağıtılıyor.
Tütücülükteki bu gelişme giderek diğer alanlarda da başat hale
gelmektedir. Bu ise varolan çeşitli kurumları işlevsizleştirerek ya da işlevleri
değiştirilerek yapılmaktadır. Başlıca girdi dağıtımcısı olan TZDK'ın elinden
1986 yılında kimyevi gübrelerin dağıtımı tekeli alındı. Bunun yanısıra Kurumun
pazarlama organizasyonları için 25 bölge müdürlüğü, 385 Şube müdürlüğü bulunmasına
rağmen 1989 yılından bu yana 1200 civarında özel satıcı acentesi ile kurum
bayilere gübre sağlayan aracı bir kuruluş durumuna düşürüldü. Kurumun 1991 yılında
yaptığı satış hasılatının % 45'i bayiler kanalı ile gerçekleştirilmiştir. Bugün
bayiler kurumu depoları gibi kullanmaktadırlar. Bunun sonuçlarından birisi Türkiye'deki
gübre tüketiminin 1983 yılındaki tüketim civarında gerçekleşmesidir. Türkiye'nin bitkisel ve hayvansal üretiminin
artırılması, çeşitlendirilmesi, iyileştirilmesi çalışmaları yapan, TİGEM’in
işlevsizleştirilmesine 1985 yılında, özel
tohumculuk kuruluşlarına devletçe sağlanan teşvikler arttırılarak başlandı. Bu
arada özel tohumculuk şirketlerince dağıtılan tohumlukların fiyatları serbest bırakıldı.
Özel tohumculuk şirketlerinin de çok azı ıslah çabası içine girmiş, çoğunluğu
bilinen çeşitlerin çoğaltılmasını ya da ithalat yapmayı tercih etmektedirler. Tohum
dışalımının denetime tabi olmadan kolaylaştırılmasıyla birlikte tohum ithalatı
sürekli olarak artmaktadır. Üstelik Türkiye koşullarına göre üretilmemiş olan
bu tohumlar, genellikle belli ilaç ve gübreleri gerektiren bir paket halinde
satılmaktadır. Paket halinde kullanıldığında bile yeterli sulama yapılmazsa
verim artışı elde edilememektedir. Türkiye 'de sulanabilir arazinin % 50'sini
sulamanın olanaksız olduğu göz önüne getirildiğinde verim açısından ithal
tohumlardan beklenilen sonuçların alınmasının güç olduğunu söyleyebiliriz.
1952'de kurulan EBK'nin ve 1963'de kurulan SEK'in kuruluş amaçları
üreticinin ürününü işlemek ve değerlendirmek ile birlikte hayvansal ürün
sanayinin oluşması ve gelişmesini sağlamak amacıyla örnek tesisler kurmak ve işletmektir.
Amacı doğrultusunda faaliyet gösteren EBK, SEK üreticiden süt ve canlı hayvanı,
piyasanın üzerinde fiyatlarla almışlar, tüketiciye piyasa fiyatlarından düşük
fiyatlarla satmışlardır. Buna rağmen bu kurumlar uzun zaman kar etmişlerdir. Bu
durum 1980 sonrasında ki iktidarların bu kurumları piyasadan borçlanmaya
zorlamaları ile değişmeye başlamıştır. Piyasadan borçlanmak zorunda kalan bu
kurumlar bir süre sonra borç faizlerinin yüksekliği karşısında zor duruma düşmeye
başlamışlardır. Bunun sonucu olarak bugün EBK 9.5 trilyon lira borcu birikmiştir.
Bu arada Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerinin elinde bulunan çeşitli
sanayi kuruluşları da satışa veya kapatılmaya hazırlanmaktadır. Bunun içinde
Birliklerin işletme ve entegre tesislerinin satılmasında karar yetkisi genel
kuruldan alınarak yönetim kuruluna verilmektedir. Böylece genel kurullarda üreticilere
aldırılamayan kararlar, iktidar güdümlü yönetim kurullarına aldırılabilecektir.
Bundaki hedefleri ise Birliklerle, sahip oldukları sanayi tesisleriyle bağları
koparılmasıdır. Bağın koparılması için iktidar borçları üstlenmekte ve sanayi
tesislerini A.Ş.'ye dönüştürerek, Genel Müdürünü kendisinin atayacağı bir düzenlemeye
gitmektedir. Yani üreticinin alınteri ile kurulan tesisler önce KİT'leştirilmektedir.
Sonrada satılacaklardır. Bu planı 1985 yılında
ANAP da uygulamak istemiş ama tepkiler üzerine uygulayamamıştı. Dünyanın sınai
devleri tarım-sınai kompleksi şeklinde örgütlendiği günümüzde Türkiye hükümetleri
ülkemizdeki tarım-sınai komplekslerini tasfiye etmeye uğraşı içindedir.
Tarımsal ürünlerin pazarlanmasında 1925lerde olduğu gibi borsa
sistemine geçilmesi ve Vadeli İşlem Borsalarının kurulması, bu sürecin parçalarıdır.
Böylece Borsalar aracılığıyla dünyadaki milyonlarca üretici ayakta kalabilmek için
kıyasıya bir rekabete sokulmaktadırlar. Ayrıca anlaşmalı çiftçilik de yaygınlaştırılmakladır.
Bu uygulamalar ile bir yandan uluslar arası tekellerin her koşul altında mal
temin edebilmelerinin koşulları oluşturulurken diğer yandan da üreticinin, üretim
sürecindeki söz ve karar sahipliği kaldırılarak uluslar arası sermeyenin ihtiyaçlarına
göre ve onların belirlediği koşullarda üretim yapmaya ve satmaya zorlanmaktadırlar.
Başka bir ifade ile ne ekileceği, hangi girdilerin kullanılacağı, bunların
kimden, nasıl temin edileceği ve ürünlerin hangi koşullarda, kaça satılacağı uluslararası
tekellerce belirlenmektedir.
Tarımda bağımlılık artıyor
Tüm bu gelişmelerle üreticilerin artık eskisi gibi tarım yapma
olanakları yok edilmekte, büyük tarım çiftlikleri ön plana çıkarılmaktadır. Küçük
üreticiler ise taşeronlaştırılarak, Uluslar ötesi sermayenin uzantısı haline getirilerek
bağımlılaştırılmaktadırlar. Bu politikalar beslenmemizin ve giyimimizin de
kontrol altına alınması sonucunu doğurmaktadır. Bu politikaların uygulanmaya başlamasıyla,
Meksika, Pakistan Türkiye şimdiden gıda ithalatçısı konumuna gelmiş, Somali ise
açlıkla yüz yüze kalmıştır. Bu politikalar dünyadaki açlığı artırma eğilimindedir.
Açlıkla yüz yüze olan insanlara ise yardım kampanyaları ile birlikte esas
olarak karınlarını doyuracak kadar, üretim
yapmaları önerilmektedir. 1973 de tıkanan
gıda yardımlarının 1990 larda yeniden başlaması tesadüf değildir.
Bu gelişmelerin sonucu olarak Türkiye tarımsal ürünlerde de net ithalatçı,
ithalata bağımlı hale gelirken, fiyatlar da dövize endekslenmektedir. Döviz
fiyatlarındaki her artış bunlarında fiyatlarını artıracaktır. Bu durum, buğday, pirinç, Ayçiçek yağı, pamuk,
et ve süt ürünleri gibi temel gıda maddelerinde daha belirgindir. Örneğin ABD,
Meksika'nın mısırından genetik olarak yararlanarak daha ucuz ve kaliteli olarak
elde ettiği mısırı yine Meksika'ya satmaktadır. Bu ise Meksika'nın kendi mısır üretimini
yok ederek insanları açlıkla karşı karşıya bırakmaktadır. Somali'de de 1983'de İMF'nin
borçlarını ödemesi için dayattığı reform paketi ile iç piyasanın ihtiyacına
cevap verecek gıda üretiminin geliştirilmesi yerine, sermaye sahipleri en verimli
tarım alanlarında sözüm ona " yüksek katma değer"li ihracata yönelik meyve, sebze, yağ bitkisi,
pamuk üretimine ağırlık verildi.
Girdilerde, özel sektöre dayalı bir pazar kurulurken Hayvancılık
Bakanlığı çok küçük ve etkisiz hale getirildi. Hayvancılığın özelleştirilmesi,
suyun giderek bir ticari meta haline gelmesi tarım ve hayvancılığı çökertti.
Bunun sonucu olarak Somali'de bir yanda mısır dağları yükselmekte diğer yanda
ise insanlar açlıktan kırılmaktadır. Dünyada 1960-70 arasında 13 milyon,
1970-80 arasında 15 milyon, 1980-85 arasında
ise 40 milyon insan açlıktan ölmüştür. Ve her gün ortalama 40 bin çocuk
yetersiz beslenme ve açlığa kurban gitmektedir.
FAO rakamları bugün dünyamızda 730 milyon insanın açlık tehlikesi
ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Tarımsal üretim 1960’dan beri dünyanın
gereksinimin üstündedir. Ve bu fazlalık her yıl biraz daha artmaktadır. Bunun için
de bugün ABD, AB tarımsal üretimi azaltıcı politikalar uygulamaktadırlar. Daha
açık bir ifade ile bugünkü dünyamızda açlık sorunu yetersiz gıda üretiminden değil,
fakat bu ürünlerin dengesiz dağılımından kaynaklanmaktadır.
Bu dengesiz dağılımın nedeni ise insanların/ halkların yeterli ve
dengeli beslenmeleri için gerekli besini alacak paralarının olmamasıdır. Bugün gıda maddeleri fazlasına rağmen açlıktan
ölen insanlar varsa bunu gidermenin yolu tüm insanların yeterli ve dengeli
besleneceği bir gıda üretim ve dağıtımına geçmektir. Bunun yolu ise insanların/halkların
yeterli ve dengeli beslenmeleri için gerekli olan geliri elde etmek için olduğu
kadar gıda gibi insanların temel ihtiyaçlarının meta olmaktan çıkartılması için
de birlikte mücadele etmeleridir.
Tarım ve gıda sektöründeki özelleştirme politikalarının en önemli
yönlerinden biri ise kamusal kuruluşlardaki istihdam ve çalışma koşullarının
yeniden düzenlenmesidir. 1980’li yıllar boyunca uygulanan bu politikaların sonucunda
Tarım ve Köy işleri Bakanlığında çalışan kamu çalışanları, sistemli olarak işlevsizleştilerek
masa başlarında zaman öldürür hale getirmiştir. Bu arada çeşitli kurum ve
kuruluşlarda teknik elamanların çalışması teşvik edilmekte ve yaygınlaştırılmaktadır.
Son olarak kamu çalışanı sendikaları bu sorunu da gözeten çalışma ve istihdam
koşullarının geliştirilmesi ve yenilenmesini öngören bir mücadele hattı oluşturmaları
gerekmektedir.
[1]
Bu yazı “Sınıf Hareketinde Yön” adlı Derginin Nisan 1995 tarihli 5.
Sayısında (Sf. 16-17) yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.